Bu deprem nasıl bir doğa olayıdır ki şehirleri yıkmakla kalmıyor, insanların içindeki kötülükleri de çıkarıyor. Irkçılık, ayrımcılık, faşizm, her türlü musibet adeta o yıkıntıların arasından fışkırıp ortalığa saçılıyor. Ve biz normalde en insani duyguların devreye girmesi, küslüklerin unutulması gereken yerde, insan olanın diğerinin yardımına koştuğu felaket anında, bir de oturup nefret söylemlerini konuşuyoruz.
Her deprem sonrası Türkiye’nin böyle bir gündemi oluyor. Herkes bir şekilde kendisinden olmayanın başına gelmiş ilahi bir ceza kabul ediyor yerkürenin sallanmasını, inanılır gibi değil. Marmara ve Bodrum depremlerinde de gördük bunu, Van’da da gördük en fenasından.
Şimdi de hepimiz Halepçe yakınlarında meydana gelen depremin ardından Twitter hesabından “Hazır deprem olmuş bırakalım gebersinler” yazan Öznur Ilgar’ı hayret, öfke, tiksinti ve bilumum şiddetli duyguyla izliyoruz. “Üstelik Acıbadem Sağlık Grubu’nda çalışıyormuş, bu nasıl insan, bu nasıl sağlık çalışanı?” diye diye. Acıbadem grubunun din, dil, ırk gibi her türlü ayrımcılığın karşısında olduklarını belirterek Ilgar’la ilişiklerini kestiklerine dair açıklaması bir nebze soğutuyor içimizi. Kötülerin cezasını bulduğu
Berkun Oya’nın ‘Bayrak’ oyunu, esin kaynağı olduğu ‘Masum’ dizisinin rüzgarı hâlâ sürerken, İstanbul Devlet Tiyatrosu sahnelerinde...
İstanbul Devlet Tiyatroları, heyecan verici bir repertuvar açıklayarak başladı sezona. Yeni başlayacaklar arasında, maalesef sonradan iptal edilen İhsan Oktay Anar’ın ‘Puslu Kıtalar Atlası’ kadar dikkat çeken bir diğer yerli oyun da, Berkun Oya’nın ‘Bayrak’ıydı.
Berkun Oya’nın bu oyundan esinlenerek yazdığı ‘Masum’ dizisinin rüzgarı henüz devam ederken, ‘Bayrak’ı sahnelemek iyi bir fikirdi bir kere. İkincisi, Berkun Oya çağdaş Türk tiyatrosunun yüzakı yazarlarındandı ve yeni oyunları heyecanla beklenirken daha öncekilerin yeniden sahnelenmesi de her zaman müjdeli bir haberdi. Belki oyunu Berkun Oya’nın rejisiyle izleyememiş olanlar için biraz daha büyük bir müjde, çünkü kıyaslama imkanı yok.
İki perde ve altı tablodan oluşan ‘Bayrak’, içlerinden birinin işlediği bir en az bir - cinayetle altüst olan bir aileyi alıp zamanı tersine işleterek o alt üst oluş sürecinin başına götürüyor.
Karanlık bir atmosfer
60-65 yaşlarında bir karı koca ve ikisi birbirinden sorunlu evlilikler yaşayan oğullarını arasındaki iletişimsiz, saygısız ve aslında sevgiden yana da
Düşünün ki uçaktasınız. Gideceğiniz yerde işiniz gücünüz, belki toplantınız, ya da bekleyeniniz var. Uçak kalkmak üzere, anonslar yapılmış, kemerler bağlanmış, teker dönmüş.
Birden içeride arbede çıkıyor ve vazgeçiyor pilot uçuştan. Gidemiyorsunuz gideceğiniz yere. İşiniz gücünüz kalıyor, uçak kalkmıyor.
Sebep? Bir yolcu yanında oturan kadını öpmüş.
Hani bu bir filmin ilk sahnesi olsa “Senarist amma zorlamış şartları” denebilecek bir durum. Çünkü neden böyle bir şeyden olay çıksın da uçak kalkamayacak duruma gelinsin, değil mi? Bir öpen adamı bir de öpülen kadını ilgilendiren tatlı, insani bir hareket.
Fakat gerçek hayatta, 2017 senesinin İstanbul’unda öyle değil işler. Balayından dönen Mehmet ve Merve Tulunay çifti, İstanbul’dan aktarma yaparak sabah saatlerinde Bodrum uçağına biniyor. Adamcağız demek mutlu hissediyor ki kendini, karısının yanağına bir öpücük konduruyor. Bu her haberde vurgulanan ‘yanak’ detayı önemli, Allah korusun dudak falan olsaydı fuhuşa girecekti çünkü ve bütün uçağın müdahale etmeye hakkı olacaktı.
Gelgelelim yanağa öpücük de yan tarafta ‘ailesiyle’ oturmakta olan - ki bu da önemli ‘aile var’ - Hamit C.’nin sinirine dokunuyor ve dönüp “Kadını nasıl öpersin?”
Televizyon izleyicisi “Nerelerdesiniz?” diye sorabilir ama Nihal Yalçın iki sezondur “Antabus” adlı tek kişilik oyunuyla her yerde. Şimdi de Yavuz Turgul’un yedi yıl aradan sonra çektiği, bu hafta gösterime giren yeni filmi “Yol Ayrımı” ile beyazperdede. Televizyonda şu an onun oynayabileceği iş olduğuna inanmıyor. Nihal Yalçın’la Kuzguncuk’ta, “Yol Ayrımı”nın çekildiği Botanik Bahçe’de buluştuk.
Çok sert olduğu anlatılır Yavuz Turgul’un hep. Sizin için nasıl bir deneyimdi?
Herkes dedi ki kan kusturuyor, zor bir yönetmen. Ben âşık oldum Yavuz Hoca’ya. Ona da dedim, “Biz aşk yaşıyoruz, farkında değil misiniz?” Şöyle aşk; iki meslektaşın, hocanın ve öğrencisinin hayranlık durumu. 2012’de “Yeraltı”lar, “Araf”lar çekilirken, hiç bilmediğim bir dünyaydı set. Bir yönetmenle nasıl çalışılır, bir sette nasıl durulur bilmeden, yönetmenin her eleştirisini üzerime alınıp çok kırıldım. O kadar kırılınca da agresifleştim, istediğim gibi olmadı. Çok kötü şeyler çıkmadı ama ben hâlâ kendimi tam anlamıyla ifade edecek hiçbir iş yapmadım.
Sinemada mı?
Sinemada da televizyonda da. Daha nasıl bir oyuncu olduğumu kimseye gösteremedim bence. “Yeraltı”ndan sonra hep o kadınlar geldi bana. Kadın hep
İstanbul Tiyatro Festivali’nin iki yılda birden her seneye dönmesine ne kadar sevindiysem, bağımlılık yapan tiyatro topluluğu Schaubühne’nin ‘III. Richard’ ile bir kez daha festivale gelecek olmasına da bir o kadar mutlu olmuştum. ‘Hamlet’i ile büyülendiğim, ‘Bir Halk Düşmanı’ ile takibi sürdürdüğüm, arada Berlin’e gidip ‘Venedik’te Ölüm’ü tek kelime anlamadan, altyazısız ve nefesimi tutarak izlediğim yönetmen Thomas Ostermeier’den bir ‘III. Richard’ ikramiye gibi bir şeydi.
Gelgelelim Schaubühne, festivalin başlamasına bir hafta kala gelmeyeceğini bildirdi. İKSV’nin açıklamasında başka detay yoktu. Aslında gerek de yoktu. Ama AFP’ye yaptıkları açıklamada özetle, “Türkiye’deki politik ortamdan duydukları endişeden ve ekibe güvenlik garantisi veremediklerinden ötürü bu kararı aldıklarından” söz ediyorlar. Türkiye’deki ‘fan’larını hayal kırıklığına uğrattıları için üzgün olduklarını da ekliyorlar.
Ne diyeyim, sağ olsunlar. Biz de üzgünüz sahiden. Bu son dakika iptalinde insana sahiden hiç adil gelmeyen bir taraf var. Bütün biletler satılıp, insanlar programlarını ona göre yapıp, kimi seyahatini değiştirene kadar ne beklediklerini merak ediyorum. Ne umuyorlardı o son ana kadar?
Komplo
İnsanın aklı hayali almıyor gerçekten. Bir adam; hasbelkader ‘baba’ sıfatına sahip olmuş hasta ruhlu biri, sırf o ‘babalık’ müessesesi nedeniyle birtakım haklara sahip kabul ediliyor. Mesela, çocuğunu öldürme hakkına.
O güne kadar ne kadar tehlikeli olduğunu defalarca gösterdiği halde, boşanma sürecinde olduğu karısının bütün ailesine ölüm tehditleri savurduğu halde, lafta kalmayıp bir kere de denediği halde, elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşıyor.
Ve biz şimdi dokuz yaşındaki öz oğlu Yiğitcan’ı bıçaklayarak katleden ‘canavar baba’yı şaşkınlık ve dehşetle izliyoruz. Nasıl yapabildi, anlamıyoruz.
İyi de, şaşılacak ne var, adam söylemiş, haber vermiş, yetmemiş, denemiş. Daha bir buçuk ay önce, Yiğitcan’ı eve kapatıp doğal gazı açarak bir de çocuğun ağlayan görüntülerini çekip ailesine göndermiş.
Oğlanın dayısı nasıl polisle birlikte gelip kapıyı kırdıklarını anlatıyor. Adamın ertesi gün serbest bırakıldığını. İki hafta sonra da savcılıktan çocuğu görmek için izin kâğıdı aldığını. Çünkü ‘babalık hakkı’ yaşam hakkından kutsal.
Anneyle dayı çocuk polisine gitmişler, aldıkları cevap “Darp yoksa bir şey yapamayız” olmuş.
Şaka mı bu? Bir adam çocuğunu doğal gazla boğmaya çalışırken
Berfin Zenderlioğlu’nun sahneye koyduğu ve Ahmet Sami Özbudak’ın kaleme aldığı ‘Sherlock Hamid’de ünlü dedektif Sherlock Holmes, bir tersane işçisinin cinayetini çözmeye çalışıyor.
Ziya, genç bir tershane işçisi. Mangal yürekli, isyankar, gözükara bir delikanlı. 27 yaşında. Ve hep de öyle kalacak çünkü o bir ölü. “Cadde-i Kebir’de Madam Fedora’nın pastanesinde çilekli tart yemeden, bir meyhanenin sokağa konmuş masasında bir sazendenin şarkısına eşlik edemeden” göçmüş bu dünyadan. Cesedi Galata Köprüsü’nün bir kenarında yatarken katilini bulmak da Sherlock Holmes’e düşecek.
1890 sonları, İstanbul, Makriköy (bugünkü Bakırköy). Kumaş tüccarlığından tiyatroculuğa geçen Midhad Efendi, siyaseten suya sabuna dokunmak şöyle dursun; “Devletimiz ne eylerse güzel eyler” diye düşünen bir kimse. Gelgelelim, son oyunlarında sarayın adı ‘Yıldız’ uygunsuz bir kadına verildiği için bütün kumpanyası hapiste, kendisi de yeni çıkmış içeriden.
Memduh, düzenbaz ve kaypak bir jurnalci. Daha önce de başını belaya soktuğu Midhad’a gelmiş, bir oyun sahnelemesini önermekte. Aslında buna ‘öneri’ demek pek mümkün değil, zira söz konusu oyun, Sultan Abdülhamid Han’ın çok sevdiği Sherlock Holmes romanlarından
Herkesin bir tiyatro oyunundan beklentileri farklı olabilir. Güldürüp eğlendirmesi bir tercih nedenidir kimileri için, kimisi hayata dair önemli şeyler söylesin, ona yeni kapılar açsın ister, toplumun dertlerini sahnede görmek bir numaralı önceliktir
kimi seyircinin gözünde.
Bazen de bunların hepsini bünyesinde barındıran bir oyun izlersiniz, keyfinize diyecek olmaz. Tiyatro sezonunu iki yeni oyunla birden açan Tiyatroadam’ın ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’, böyle bir oyun işte.
Tiyatroadam kurulduğundan bu yana tiyatro seyircisinin gönlünde edindiği ve adım adım sağlamlaştırdığı yeri, insana ve topluma dair sözü olan oyun seçimlerine ve onlara biçtiği kendine özgü kılıklara borçlu. Nitekim bu sefer de izlediğimiz oyun özüyle sözüyle ne kadar Bertolt Brecht ise, ruhuyla da o kadar Tiyatroadam.
Brecht’in 1944 yılında Çin efsanelerinden esinlenerek yazdığı oyun, Nazi Almanyası döneminde Hitler’in işgalci ordularına karşı Gürcistan halkının direnişiyle başlayıp saray hizmetlisi Gruşa’nın hayatı pahasına saklayıp koruduğu bebek üzerinden ezeli ve ebedi bir soruyu tartışıyor: Bebek doğurana mı aittir, yoksa ona bakana mı? Sadece dünyaya getirmiş olmak onu sana ait kılar mı? Yoksa verdiğin emek