Ne memleket, ne de dünya politika sahnelerinden şöyle iç ferahlatan, nefes aldıran haberler almadığımızda hemfikiriz diye düşünüyorum. Yoktur herhalde aramızda “Oh, şöyle bir haberleri izledim de içim umutla doldu” diyen. Ruh sağlığını korumak isteyen, kendine sosyal medyasız günler seçiyor ki haberi olmasın dünyada olup bitenden.
Bir yılı daha yolcu etmeye hazırlanırken, nereyi tutsak elimizde kalıyor. Bir uçtan şavaşlar tutuyor, terör tutuyor, diğer uçtan göçler, yoksulluk, sefalet, birileri açlık sınırına dayanırken diğer yanda bir çırpıda sıfırları yan yana koyup da söyleyemediğimiz rakamlar havada uçuşuyor; insanlık bir bilinmeze doğru doludizgin gidiyor.
Ve baktığınız bütün karelerde öfkeli erkekler topluluğuyla karşılaşıyorsunuz. Uzaylılar gelip hiç bilmedikleri bu gezegende bir haber bülteni izlese, herhalde dünyada 50 yaş üstü ve tek cinsiyette insanların yaşadığını düşünürdü.
Ama bu hafta, bütün o öfkeli suretlerin arasında gülümseyen genç ve aydınlık bir yüz çıktı karşımıza: İzlanda’da erken seçimleri kazanarak başbakan olan Katrin Jacobsdottir. Kendisi 41 yaşında, eski bir gazeteci, polisiye edebiyat uzmanı, anti militarist ve Yeşil-Sol hareketin lideri.
Dokuz aydır
Sahnedeki adam, fenerini üzerimize doğrultarak cep telefonlarımızı ‘şarz’ edip etmediğimizi soruyor. Bu geceden sonraki yaşam sigortamız o telefonlar. Gözümüzden değerli. Gözümüz olmadan hayatta kalabiliriz de o telefonlar olmazsa kimse gelip kurtamaz bizi denizin ortasından. İnsan kaçakçısı, bakkaldan nasıl ekmek alınacağını anlatır rahatlıkta hayatta kalma talimatları verir, “Bana düştüğünüz için şanslı olduğunuzu bilin, bugüne kadar hiç can kaybım olmadı” derken, izleyici koltuğunda olduğumu bile bile bir sıkıntı oturuyor göğsümün üstüne. Sonunda sağ kalıp kalmayacağı belli olmayan bir yola çıkmak için elinde avucunda ne varsa veren, o bota binip canını bu adama tesim edecek olan benmişim gibi.
“Hepiniz çatışmalardan kaçan savaş kurbanlarısınız” diyor o sırada adam; “Çünkü açlıktan ölmek siyasi iltica için geçerli bir neden değil. Böyle derseniz sizi hemen ülkenize geri yollarlar.”
Hangi hayal, hangi umut insanı doğduğu, büyüdüğü, bir hayat kurduğu ülkesinden koparıp bir bilinmeze doğru yola çıkarabilir? Dilini bilmediği, kültürüne yabancı olduğu bir ülkeye neden gitmek ister? Neden göçer insanlar?
Bir ucunda ölüm, diğer ucunda yaşam ‘ihtimali’ olmasa bu yolculuğun, göze alınacak
Bir süredir en popüler magazin figürümüz, Sophia. Kendisi insana en çok benzeyen robot olarak yaşlılara parklarda yardımcı olması amacıyla Hong Kong merkezli Hanson Robotics tarafından tasarlandı. Lakin daha ziyade kameralara yaptığı açıklamalarla gündemimizi işgal etmekte.
Sophia’nın altmıştan fazla yüz ifadesi var, karşısındakiyle göz teması kuruyor, onu dinliyor, cevap veriyor. BBC’nin haberinde “Etkileyici pek çok özelliğine rağmen empati yapmayı bilmediği” söyleniyordu ki, insana benzeyen robot diyorsunuz, ne bekliyordunuz, empati uzmanı olmasını mı? Hiç değilse duygusal zekasını geliştirmek istediğini söylüyor ki buna da şükür. Sonra kötü fıkralar anlatıyor, espri anlayışı fazla gelişmiş değil, hayli başarılı bir ürün, anlayacağınız.
Fakat asıl mesele, tıpkı insanlar gibi kendisinin de her konuda fikir ve söz sahibi olması. Eminim üretilirken ilham alındığı söylenen Audrey Hepburn bu kadar hevesli değildi demeç vermeye. Hele hele “Güçlü ve zengin insanlarla birlikteyken her zaman mutluyum,” gibi cümleler kurmak aklına bile gelmezdi, biz onu savaş ve kıtlık bölgelerinde çocuklara yardım etmeye çalışırken gördük daha ziyade.
Gelgelelim zamane Audrey’si Sophia, kendisini zengin
Herhalde bizde kadının, entrikacı, yalancı, kıskanç ve bilumum başka kötü özelliği bünyesinde barındıranı makbul ki, televizyon dizilerinde bunlardan geçilmiyor. Tamam, kötü karakterin bir cazibesi olduğu ve seyirciyi söylene söylene ekran karşısında tuttuğu bir gerçek. Ama neden bütün sofistike kötüler kadın? Hele hele kadın yazarlar tarafından yazılan dizilerde?
İki örnekten söz edeceğim, severek izlediğimden. Diğerlerinde de buraya sığdıramayacağım kadar örnek dolu ama.
‘İstanbullu Gelin’in en son lohusa sendromundan yataktan çıkamayan gelinini, bebeğini düşüren diğer geliniyle vurmayı ince ince planlayan Esma’dan (İpek Bilgin), oğlunun evine yerleşmek için muhtemelen kendisini merdivenden atıp sakatlamış olan Reyhan’a (Sema Dinçer) bir dizi ürkünç kadın var mesela.
Arkadan da annesi Kıymet (Nergis Çorakçı) tarafından ‘fıştıklanan’ İpek (Diara Aksüyek) yetişmekte zaten. Bunların iyi halinin altından bile bir dolap çıkıyor. Erkeklerin en kötüsü ise diyelim ki, Adem ise (Fırat Tanış), eninde sonunda anlaşılan ve affedilen bir adam.
Peki dört şahane kadını bir araya getiren ‘Ufak Tefek Cinayetler’e ne diyelim? Tamam, ‘Big Little Lies’dan esinlenmiş dedik. Ali Eyüboğlu dizinin basın
İnsan çekiniyor yazarken, söylerken; birileri çıkar da “Türklere kadın katili mi diyorsun, bu kadarına da yuh” falan der mi diye ama sadece ekim ayında yurt çapında 40 kadın öldürülmüş. Yazıyla kırk. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıkladığı verilere göre, 2017’nin bu aya kadarki kadın cinayeti bilançosu da 339. 2016’nın tamamında 328 iken. Ve yılın bitmesine daha iki ay varken. Artışı görebiliyoruz sanırım. Hatta artmasa, aynı kalsa da tablonun vahametini.
Bu mevzu memleketin oluk oluk kanayan yaralarından biri olmayı sürdürürken, mahkemelerden hâlâ kadın katillerinin kayırıldığı kararlar nasıl çıkabiliyor, anlamak mümkün değil.
“Erkekliğime laf etti hakim bey”den tahrik, cezaevindeki akıllı uslu görünümünden iyi hal, mahkemedeki kılık kıyafetinden kravat; cezada indirimlere doyamıyoruz.
En son Yargıtay, İstanbul’da beş yıl önce kendisini aldattığını iddia ettiği karısını öldüren kocaya Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği müebbet hapis cezasını bozarak bir de nur topu gibi “sadakat indirimi” hediye etti bizlere. Sanığın avukatı “Artık namus cinayetlerinde ‘sadakat indirimi’ uygulanacak” diye müjdeliyor yeni cinayetlere çanak tutacak kararı. Ne güzel,
Bir aile halısının altı ne kadar pisliği kaldırabilir sorusu, her daim edebiyatın da sinemanın da tiyatronun da konusu. Aile içi şiddetler, tacizler, dayaklar rahat rahat yer bulur kendine de, cinayet işlemiş bir birey ne kadar saklanabilir kutsal yuva şemsiyesi altında?
Geçen hafta gene benzeri bir soruyu ele alan ‘Bayrak’ (Berkun Oya) oyunundan söz etmiştim. Yaşlı bir anne baba, karısını öldüren oğullarına kucak açıp açmama konusunda gel-gitler yaşıyordu.
Bu haftanın oyunu ‘Akşam Yemeği’nde ise suçlu çocuk(lar) 15 yaşında ve her anne babayı çarpıcı bir hesaplaşma - yüzleşme bekliyor. “Ben olsam şöyle davranırdım” demek o kadar kolay değil çünkü.
Diyelim ki iyi bir eğitime, işe güce, sosyal statüye sahip, her yönüyle ‘düzgün’ insanlarsınız. Toplumun ‘ayrıcalıklı’ sınıfından. Çocuklarınızı da öyle yetiştirmişsiniz elbet. Parlak bir gelecek planı, ayrıcalıklı olma bilinciyle. Bir gece iki kuzen; yaşları 15, şehrin göbeğinde bir bankamatik kulübesine para çekmeye giriyorlar. Yerde battaniyeye sarılı bir kütle yatmakta. Kendisine sıcak ve kuru bir yer bulmuş uyuyan evsiz bir insan değil, para çekme makinesiyle aralarına giren bir engel; ‘pis kokan bir kütle’. Dürtüyorlar,
Hava kirliliği, tıpkı iklim değişimleri ya da küresel ısınma gibi, elle tutulur, gözle görülür hale gelene kadar bizi gerçekten ilgilendirmiyor, biliyorum. Türk’ün öyle bir kendine güveni var. Çernobil’de radyasyona boyun eğmemişiz, hava kirliliği kim oluyor?
Habire birtakım raporlar yayınlanıyor, uzmanlar bas bas bağırıyor, uyarıları gazetelerde rutin olarak yer buluyor, biz de ürkütücü başlıklara bakıp sayfayı çeviriyoruz, sanki görmezsek yok olacak tehlike.
İnsan merak ediyor, o sırada kafamızdan ne geçiyor olabilir ki biz bu hayatımızı bire bir ilgilendiren konuya duyarsız kalabiliyoruz?
Misal: “Hava kirliliği sekiz ölümden birinin nedeni” diye okuduğumuzda “Aman canım, o sekizde bir de beni mi bulacak?” mı diyoruz, piyangoyla geliyormuş gibi?
Ya da “Türkiye’de yedi il kırmızı alarm veriyor”u görünce “Henüz kırmızı alarm, sonrasına o zaman bakarız, kim öle kim kala?” diye mi rahatlatıyoruz içimizi, ne yapıyoruz?
Bir iç rahatlatma yolumuz olmalı; ya o ‘en kirli’ il bizimki değil, ya o zaman daha bu zaman değil, bir şekilde zannediyoruz ki bu hava kirliliği denilen tek dişi kalmış canavar bize dokunmadan teğet geçecek.
Gelgelelim, “Buna değdi, buna değmedi” diye biz havadan sudan
Duyarlılık gibi, hassasiyet gibi aslında içinde incelik, duygusallık, algılama becerisi gibi anlamlar barındıran sözcükler nasıl oluyor da dönüp dolaşıp birilerinin özgürlüklerinin yasaklanma vesilesi oluyor, anlamak mümkün değil. Duyarlı bir insansan, normalde dili, dini, ırkı, cinsiyeti ya da cinsel yönelimi senden farklı olan diğer insanları da anlayabilmen, onların yaşam haklarına saygı gösterebilmen gerekir. “Ben çok duyarlıyım, kimsenin sinemaya gidip eşcinsel filmi izlemesini istemiyorum, yasaklansın” cümlesinde ‘duyarlılık’ sözcüğünün yeri var mı yani?
Görüldüğü üzere bizde var; 16-17 Kasım’da Almanya Büyükelçiliği Pembe Hayat KuirFest ve Büyülü Fener Sinemaları iş birliğiyle düzenlenecek olan Alman LGBTİ Film Günleri, önce bir yayın organı tarafından hedef gösterildi, ertesi gün de Ankara Valiliği tarafından yasaklandı.
Sebep? Açıklama uzun ve karmaşık ifadeler içeriyor, “Birtakım toplumsal hassasiyet ve duyarlılıkları içeren film gösterimi organizasyonu” diye söz ediliyor etkinlikten ve “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimin aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği, bu nedenle kamu