Spor yazarı - Socrates Dergisi Genel YayınYönetmeni Caner Eler ve altı arkadaşının Kalpazankaya’da yaşadıkları, hiç de sır olmayan bir yönümüzü bir kez daha gözler önüne serdi: Ortada tecavüz varsa edileni, cinayet varsa öleni, dayak varsa yiyeni sorguluyoruz biz.
Önce bilmeyenler için olayı özetleyelim: 30’lu yaşlarında üç kadın ve dört erkekten oluşan grup, yemeklerini yedikten sonra hesabı öderken adisyona göz atıyorlar, ‘şalgam’a benzer bir şey yazdığını görünce, şalgam içmedikleri için olsa gerek, “Şalgam mı yazıyor burada?” diye soruyorlar. Şefin “Ne bileyim ne yazıyor, ne olmuş?” sorusuyla başlayan sürtüşme “Ne yazıyorsa ödeyin gidin lan” şeklinde bitiyor. Daha doğrusu yeni başlıyor, çünkü mekan çalışanları Caner Eler ve arkadaşlarının üzerine çullanıyorlar.
Eler’in arkadaşlarından birinin ekşi sözlükte yazdıkları şöyle: “Başında aşçı şapkasıyla ocakçısından tut, yaklaşık bir 10 dakika kadar sonra ortalık durulduğunda ‘abi siz gayet iyi, kibar adamlardınız; niye böyle yaptınız?’ minvalinde bir şeyler sayıklayan komisine kadar geldiler. 20 kişi dövdüler bizi. Ben bu yaşımda ilk defa dün gece anladım ki dayak yerken yapılması gerekenlere dair zerre fikrim yokmuş. 20 kişi
Cannes’da başlayıp Fransa’nın güneyindeki sahil kasabalarına yayılan haşemayla denize girme yasağıyla ne amaçlanıyordu emin değilim ama düşmanlığı körükleyecek ilk sonuçlarını bu hafta verdi.
Cannes’da çocuklarıyla denize giren tesettürlü bir kadın, polis tarafından kıyafeti uygun olmadığı için sahilden çıkarıldı, üzerine de 11 Euro para cezası ödemek zorunda bırakıldı. Sağdan soldan
gelen “Evine git!” nidalarıyla beraber dört dörtlük bir nefret suçu tablosu.
İtalya’da da Fransa’nın izinden gitmek isteyenler var da, neyse ki İçişleri Bakanlığı da Katolik Kilisesi de sağduyulu açıklamalar yaparak yasağa karşı çıkıyorlar. İçişleri Bakanı Angelino Alfano, “Biz Müslüman kültürünü reddettiğimiz izlenimi doğuracak adımlar atmadığımız için şu ana kadar güvenli bir ülke olabildik. Ben Allah’a ibadet etmiyorum ancak inanç özgürlüğünü garanti eden bir kültürle eğitildim” diyor.
Kilise yasağı ‘utanç verici’ buluyor. Her ikisi de “Rahibeler de mayo giymiyor” diyor. Fransa’ya sesini duyuramıyor.
Cannes Belediyesi’nin iddiasına göre bu yasağın amacı ne? “Toplumsal huzursuzluğu engellemek”. Yasağa karşı çıkan İslamofobi ile Mücadele Derneği’nin başvurusunu reddeden mahkemenin
Ne kadar meraklıyız ‘vefasızlık’ haberlerine. Tanınmış bir insanın zor durumda olduğunu, ya da cenazesine az kişi geldiğini, ölümünden sonra unutulduğunu duymayalım, hemen birer cengaver kesiliyoruz. “Falancaya büyük vefasızlık!”
Bu sürekli ‘birilerini’ suçlama merakının bir tezahürü tabii. O kişinin hayatında bizden daha yakın birileri var büyük ihtimalle, biz bu mesafeden atıp tutarken asıl acıyı çeken onlar ve biz
onları suçluyoruz, o acıyı layıkıyla yaşayamadıkları için.
Mesela son olarak üç yıl önce kaybettiğimiz usta oyuncu Tuncel Kurtiz’in mezarını ‘yaptırmadıkları’ için. Onu ‘sahipsiz’ bıraktıkları için.
Sosyal medyada böyle bir telaş var bir haftadır. Tuncel Kurtiz gibi yaşamı boyunca çok sevilmiş, son anına kadar etrafında onun ağzından bir kelime daha fazla kapabilmek için gözünün içine bakan genç oyuncu arkadaşları ve elini hiç bırakmayan Menend Kurtiz gibi şahane bir kadın olmuş ve Tuncel Kurtiz ‘sahipsiz’ kalmış. Ne demekse.
Hiç de sahipsiz görünmüyor
Komplo teorisini ileriye taşıyıp olayı Kurtiz’in muhalif bir sanatçı olmasına bağlayan bile var. Hani muhalif sanatçıların başına pek çok şey gelebilir bu memlekette ama mezar yaptırılmasına henüz bir engel yok.
Bakıyo
Kendinizi bir an için Güney Koreli beş kişilik turist grubunun yerine koyun. Dünyanın öbür ucundan, kalkıp gelmiş, bu yaz sıcağında dilini, adetini bilmediğiniz bir ülkenin tarihini, kültürünü öğrenmek için elinizde kağıt kalem, geziniyorsunuz.
Birden bir takım adamlar üzerinize yürüyor. Bir sebepten öfkeliler, anlamanız mümkün değil. Girilmeyecek bir yere mi girdiniz? Hayır, Ulucami’nin avlusundan geçtiniz, herkese açık, ‘Allahın evi’, kimsenin babasının malı değil. Halkı rahatsız edecek bir hareketiniz mi oldu? Yoo, ağzınız var diliniz yok. Ne istiyor bu adamlar?
“Defolun gidin” diyorlar, dillerini bilmediğinizden anlaşılır olmak için “Hadi yallah, kışt” falan gibi nidalar kullanıyorlar. Karşılarında itiraz eden de yok ama yetinmeyip belediye görevlisinin süpürgesiyle üzerinize yürüyorlar. O da veriyor süpürgeyi, kafanıza indirseler kimsenin umuru değil, “gavur oğlu gavurlar sizi”.
Medeni olduğu varsayılan bir ülkede başınıza bunlar gelse ne düşünürdünüz? Nasıl tanımlardınız o insanları? “İlkeller, barbarlar, zorbalar?”, hiçbiri tam açıklamaya yetmiyor değil mi? Bu utanç verici görüntüler Gaziantep’ten. Maalesef biz aynı dili konuştuğumuz için adamların derdinin ne olduğunu
Gazeteciliğe ilk adım attığım günler, Cumhuriyet Dergi’de çömezim, her hafta yazısını dört gözle beklediğim bir yazar var: Uğur Sunar ya da sonradan öğreneceğim şekliyle Sunar Kural Aytuna.
O kadar çok yemek yazarı yok o zaman ya da benim ilgimi çeken yok, Sunar’ınkilere bayılıyorum çünkü yemek tarifinin yanında bir dolu hikaye anlatıyor.
Yani yemek o yazılara bahane diyeceğim ama tanıyınca anlıyorsunuz ki asla bahane değil, hayatın en büyük keyiflerinden biri, Sunar için dostlarla paylaşılan yemek ve keyifli sohbetli sofralar.
Tutkuyla seven kadın
Bir insan düşünün, hayatın her anında başka bir anlam, kadeh kaldırmaya bir vesile buluyor ve bunu da hiç tanımadığı okurlara anında bulaştırıyor. Baharı, yazı, denizi, balığı, en çok da “Benim sakallı” şeklinde yazılarında yer bulan kocası Aydın Aytuna’yı tutkuyla seviyor. “İyi yemekçiler iyi aşıklardır” diyor, “Herkesin peşinde koşmazlar. İyi aşık ile iyi koleksiyoncu arasındaki farkı bilirler. İyi yemekçiler, iyi özler ve iyi kavuşur.” Hayat onunla bayram yeri gibi.
Hüzünler de var elbette, onlar da layıkıyla yaşanıyor ve teselli gene bir arkadaş için pişirilen kekle, ya da sevdiğiniz birinin tarifi bir yemekle birlikte geliyor. Mesela
Birkaç tane her duruma uyarladığımız slogan sözcük var, yüksek iddialar taşıyorlar ama maalesef iyi niyetimizi ifade etmekten öteye geçemiyorlar. Bir de içimizi rahatlatmaktan tabii. Hatta bazı hallerde meselenin içini bir miktar boşalttıklarını da söylemek mümkün.
“Ölümsüzdür” mesela, gencecik yaşta hayattan koparılmış insanlar için bir teselli gibi kullanıyoruz, ama bu gerçeği değiştirmiyor, ne yazık ki ölümsüz değiller, yaşamayı hak ederken öldürüldüler.
“Yanınızdayız” sonra ya da “yalnız değildir”, bakın, haksız gözaltılardan, kovuşturmalardan, tutuklamalardan sonra twitter’ın bir numaralı hashtag’i. Keşke gerçek olsa, keşke dayanışma bu derece yaygın olsa. O hashtag’e tweet yazan kişilerin onda biri hayatta yan yana gelebilse, sahiden yalnız olmaz kimse ama maalesef bu da bir hayalden ibaret. Sonunda herkes işini kaybederken, yargılanırken, tutuklanırken yalnız.
Bir de “unutmadık” var. Bu hafta mesela 17 Ağustos’u “unutmadık”. 17 yıl önceki kâbusu, o gece 3.02’de dünya başımıza yıkıldığında enkaz altında kalan insanlarımızı “unutmadık” diyoruz.
Diyelim elbet. Ve unutmayalım da. Ama unutmamak aynı zamanda 17 yıl içinde bir şeyleri değiştirmeyi gerektirmez miydi? Bugün aynı şey
“Benden size tavsiye: Hayatta ne istemediğinizi bilin. İstediğiniz sonra gelir.” Cumartesi gecesi Gümüşlük’ün yeni mekanı Off Gümüşlük’te Nükhet Duru’yu izliyoruz. Bu tavsiye de ondan, ki Nükhet Duru’yu bir kere sahnede izlediyseniz ondan tavsiye almayı illa istersiniz, çünkü bu yaşam enerjisinin nereden geldiğini merak edersiniz.
Bu gecenin bir de özelliği var; sahnenin hemen yanında, DJ kabininin başında, daha 20’sine bile gelmemiş bir genç kızken kendine seçtiği ilk yol gösterici, kendi deyişiyle “Bu gece izlediğimiz tanrıçanın Zeus’u”
Mehmet Teoman var.
Dolayısıyla gece, besteci Cenk Taşkan ile tamamlanan üçlünün unutulmazlarından ‘Anılar’ ile başlıyor. 18’inde ona ne hissettiriyordu bu şarkı bilinmez ama şu anda “Size borcum yok artık anılar” derken çok inandırıcı.
Aslında söylediği bütün şarkılarda olduğu gibi. Ağzından çıkan söze önce kendi inanıyor, inanmadığını söylemiyor.
Bu gece daha önce başkalarından duyduğumuz şarkıları bir de ondan dinlediğimiz bir repertuvarı var. ‘Melankoli’, ‘Beni Benimle Bırak’, ‘Ben Sana Vurgunum’ olmazsa olmaz evet, ama gerisi ‘Olmasa Mektubun’lar, ‘Sessiz Gemi’ler, ‘Aldırma Gönül’ler, ‘Tek Başına’lar, ‘Sarhoşum’lar arasında bir yolculuk.
Sonuç:
Tam da öğrenmek üzereydik halbuki. Bu kendilerine Lüfer Koruma Timi adını veren grubun boşluktan canı sıkılan insanlardan oluşmadığını, “Bu hayvanların 20 cm’den küçük olanlarını almayın, satmayın, yemeyin” derken bir bildikleri olduğunu anlamış gibiydik.
Neydi dertleri? Bizleri balıksız bırakmak değil, aksine, Boğaz’ın bir simgesi olan ve üreyebilecek erişkinliğe ancak o boyda gelen lüferin neslinin tükenmesini engellemekti. O yediğimiz küçük balıklar; çinekoptur, sarı kanattır, bunlar yavruydu ve basit bir mantık yürüterek onları tüketmenin sonucunu tahmin edebilirdik: Bir canlı türünün çocuklarının büyümesine izin vermezsen bir noktada onun soyu
devam edemez.
Hatta Lüfer Koruma Timi 23 - 25 cm’de ısrar ediyordu da, Greenpeace ile birlikte yürüttükleri kampanya neticesinde 2011 yılında kaydedebildikleri aşama buydu. Zamanın Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in imzasıyla yayınlanan tebliğ, lüferin avlanma limitini 14 cm’den 20 cm’ye çıkarmıştı. Küçük de olsa bir zafer, yavru lüferler için bir gelecek umuduydu bu.
Fakat yasaların çiğnenmek için olduğuna inanan yurdum insanını durdurmak sıkı denetimlerle mümkündü ki burada da iş biraz başa düştü. Greenpeace