Lüferin çilesi dolmadı

15 Ağustos 2016

Tam da öğrenmek üzereydik halbuki. Bu kendilerine Lüfer Koruma Timi adını veren grubun boşluktan canı sıkılan insanlardan oluşmadığını, “Bu hayvanların 20 cm’den küçük olanlarını almayın, satmayın, yemeyin” derken bir bildikleri olduğunu anlamış gibiydik.
Neydi dertleri? Bizleri balıksız bırakmak değil, aksine, Boğaz’ın bir simgesi olan ve üreyebilecek erişkinliğe ancak o boyda gelen lüferin neslinin tükenmesini engellemekti. O yediğimiz küçük balıklar; çinekoptur, sarı kanattır, bunlar yavruydu ve basit bir mantık yürüterek onları tüketmenin sonucunu tahmin edebilirdik: Bir canlı türünün çocuklarının büyümesine izin vermezsen bir noktada onun soyu
devam edemez.
Hatta Lüfer Koruma Timi 23 - 25 cm’de ısrar ediyordu da, Greenpeace ile birlikte yürüttükleri kampanya neticesinde 2011 yılında kaydedebildikleri aşama buydu. Zamanın Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in imzasıyla yayınlanan tebliğ, lüferin avlanma limitini 14 cm’den 20 cm’ye çıkarmıştı. Küçük de olsa bir zafer, yavru lüferler için bir gelecek umuduydu bu.
Fakat yasaların çiğnenmek için olduğuna inanan yurdum insanını durdurmak sıkı denetimlerle mümkündü ki burada da iş biraz başa düştü. Greenpeace

Yazının Devamı

Dizilerin oğlan anneleri...

12 Ağustos 2016

Türk oğlan annesinin nelere kadir olduğunu, istediği yuvayı kurup istediğini yıkma kudretine elbette sahip olduğunu hayatta olduğu kadar ekranda da canlı canlı izlemiş bir milletiz yıllardır. Herhalde - umarım - görüp göreceğimiz en korkunç örnekler o ‘Gelin - Kaynana’ yarışmalarına toplanmıştı ve hasarlarını da bırakıp gittiler.

Şu ara televizyondaki yazlık romantik komedi dizilerinde de öyle fena oğlan annelerine rastlıyorum ki, bu karakteri ısıtıp ısıtıp karşımıza koymak şart mı diye düşünmeden edemiyorum.

Hepsi oğullarına aşık, onun bu dünyaya gelip gelecek en yakışıklı, en şahane, en kusursuz yaratık olduğundan emin ve tabii ki ‘oğluşlarına’ layık kız yok yeryüzünde.

Daha doğrusu bir tane var, onu da onlar biliyor. “Aşık falan değilsin, olduğunda ben sana söylerim” diyen Semra Hanım gibi tıpkı. Bakınız, ‘Yüksek Sosyete’de Kerem’in (Engin Öztürk) annesi Ayşen (Hülya Gülşen Irmak). Delikanlı bir takım elbise giyiyor, “Ah ah ah, babası koş benim oğluşumun yakışıklılığını gör, şu kaşa göze bak, tu tu tu maaşallah...” Bitmeyen bir güzelleme. Sonra o adamın kuracağı ilişkiden hayır bekle.

Diyelim sevdiği biri var, değil mi? Yok, annesi illa mahalledeki kendi beğendiği kızla

Yazının Devamı

Hayalet semt Beyoğlu

11 Ağustos 2016

Ben lise öğrencisiyken biraz çekinilen bir yerdi Beyoğlu. Okulumuz İstiklal Caddesi’nin göbeğinde olduğu için bizim için evimizin sokağı gibiydi de, başka semtlerde okuyan arkadaşlarımız pek gelmezlerdi, onlarla daha ‘nezih’ bölgelerde buluşulurdu. Hele hele hava karardıktan sonra hiç tekin bulunmazdı, özellikle de kızlar için. Halbuki annelerimizden dinlerdik bir zamanlar ne şık bir semt olduğunu. Çok önceleri tabii, 6 - 7 Eylül’den önce, o güzel pastaneler, terziler, kuyumcular kapanmadan, sahipleri buralardan gitmeden önce.

Sonra yavaş yavaş bir hareketlenme başladı, yine küçük, hoş kafeler açıldı, hafif Paris havası estiren, caz çalan, güzel kahve yapan. Caffinet’yi, Kaktüs’ü, Pia’yı anmak isterim, ilk örnekleriydi, şimdi hiçbiri yok. Onları başkaları izledi, Beyoğlu yeniden insanların kızlı erkekli eğlendiği, sokaklarında oturduğu, sinemalarına, tiyatrolarına gittiği bir semt oldu. Hatta Midpoint’lerle, 360’larla, House Cafe’lerle o güne dek Beyoğlu’na adım atmamış bir kitle için bile çekici hale geldi.

Ne zaman başladı yeniden bu çöküş, nasıl böyle hızla dibe vurdu güzelim cadde, anlamak mümkün olmadı. Önce tiyatrolar, sinemalar kapandı. Ne AKM var, ne Taksim Sahnesi şimdi, ne

Yazının Devamı

‘GÜNEŞİN SOFRASINDA’ BULUŞMALAR SÜRSÜN

9 Ağustos 2016

anıyanın enerjisine de, azmine de, gücüne de hayret ve hayranlık duyacağı bir insandır Genco Erkal. Değil yaşıtları, yarı yaşındakiler daha yolun başında bir takım güçlüklerden yılıp kenara çekilirken o kaç yıllık salonundan atılır pes etmez, göçebeliği de çok iyi bilir çünkü, gene devam eder tiyatrosuna.

Bu sefer tek bir şehirde değil beş şehirde, tek bir oyuna değil haftanın her günü ayrı oyunla seyirci karşısına çıkar üstelik. Sonra yılların hayalini hayata geçirip aileden kalma hanın avlusunu tiyatro sahnesine çevirip perde açar bir yaz gecesi. Bu sefer kendi kardeşinin engeline takılır, yine yılmaz, yollar onundur nasıl olsa.

Onca emeği çöpe atar, başkasının “Yetti artık, bir ben miyim bu alemin Don Kişot’u?” diyeceği yerde tam gaz devam eder, gücünü Nazım’ın, Brecht’in dizelerinden alarak. Tiyatroyu bırakmayı bir an düşünmez. Küsüp susmayı da...

Hayat da sanat da uzun bir mücadeledir onun için, hep söylediği gibi. “Beni ayakta tutan bu, bıraksam duramam” dediği bir mücadele.

Genco Erkal vazgeçmez

“İnsan bir şeyi bu kadar tutkuyla isteyince hayat da ona yardım ediyor galiba” dedirtecek buluşmalar da çıkmıştır böyle olunca karşısına. En son Kadıköy Kız Lisesi

Yazının Devamı

Olimpiyat şans mı şanssızlık mı?

8 Ağustos 2016

Çocukken bir heyecan vesilesiydi Olimpiyat Oyunları’nın başlaması. Spora özel olarak düşkün olmasan bile bütün kıtaları birleştiren, sınırlar ötesi bir etkinlik olduğu, insanı dünyaya ait hissettirdiği için herhalde. Ben her sefer bitişe doğru yıl saymaya başladığımı hatırlıyorum; daha kaç Olimpiyat göreceğiz, acaba bir gün bizim ülkemize de gelecek mi sıra? Çocuksun, zor mu kolay mı, ne gerekir bunun için düşünmüyorsun, hayal ediyorsun sadece.
Üç sene önce bir eylül akşamıydı, milletçe İstanbul’un 2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma şerefine nail olup olmayacağını merak ederek bekleştiğimizde. Bir “Ne olursa olsun gelsin”ciler vardı, böyle bir organizasyonun altından kalkıp kalkamayacağımızı hesap etmeden, sadece bunu kendimize olan güvenimizle hak ettiğimize inanan. Bir de endişeliler, etimizin budumuzun ne olduğunu düşünüp piyango bize vurursa ne olacağından korkanlar. Öyle ya, evine misafir çağırırken bile sandalye sayısından ona ne ikram edeceğine kadar bir sürü şey düşünürsün. O gidince aç kalacaksan pek iyi bir fikir değildir belki. Kaldı ki ortada epey silip süpürücü bir misafir var.
Olmadı, 2020 için şans Tokyo’ya isabet etti. Ve bu yıl yeni başlayan

Yazının Devamı

Hadım ya da tedavi

28 Temmuz 2016

Yıllardır tartışılıp duran ama hayata geçeceğine ihtimal vermediğimiz ‘cinsel suçlara kimyasal hadım’ yöntemi önceki gün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi ya, bir kısım insana neden bunun iyi bir fikir olmadığını anlatmak zor oluyor. Ne var değil mi halbuki, tecavüz edene, hele hele çocuk istismarcısına acıyacak mıyız? Az bile, ilaç neymiş, keselim gitsin! Sosyal medyada genel eğilim bu. Sanki yıllardır özlediğimiz adalete kavuşmuşuz. İnsan da durup dururken bir tecavüzcüyü savunuyor gibi bir duruma düşüyor.
Halbuki anlaşılmayacak bir şey yok: Ortada, toplumumuzun baş belalarından olan bir meseleyi önlemek, kökünü kazımak yerine olayı bireysel bir hastalık gibi görerek ‘tedavi’ etmeyi öneren bir yöntem var. Hatta yönetmelikte de ‘hadım’dan değil ‘tedavi’den söz ediliyor. Tam olarak aktarmak gerekirse: “Tıbbi tedavi, söz konusu hükümlülere yönelik olmak üzere ayakta veya yatarak ilaçla veya ilaçsız olarak veya her iki usul ile cinsel dürtünün azaltılmasına veya denetimine yönelik tedavilerle cinsel isteğin azalmasını veya yok edilmesini sağlayacak.”
Bir kere bu, her şeyden önce insan haklarına aykırı. Tıp etiğine de. Kimseyi isteği dışında ilaç almaya zorlayamazsınız.

Yazının Devamı

HİÇ ZAMANSIZ DEĞİL

26 Temmuz 2016

Çocukluğumdan kalma bir duygum var Işıl Yücesoy ile ilgili; adını duyunca ayağa kalkıp önümü ilikleme isteği. Yıl 1978’miş ‘Ya Seninle Ya Sensiz’ diye ortalığı yıkıp geçişi, onun bütün şarkıcılardan çok başka olduğunu fark etmişim bir şekilde. Bir kere sesi kalındı ve çok güçlü. Kendisi uzun boylu ve gösterişli. Yani baştan aşağı heybetli, gümbür gümbür bir kadındı. “İstersen öldür beni, istersen güldür beni” diyordu şarkıda da kimin haddine acaba?

Sonra görmez olduk onu şarkı söylerken. Nasıl bir gecede şarkı söylemeye karar verip, bütün şuursuz yapımcılar onu geri çevirince üç kuruşunu bir araya getirerek kendi firmasını kurup plaklarını bastıysa, aynı şekilde peçetelerin havada uçtuğu gazinolardan bezip bırakıvermiş müziği meğer.

Neyse ki oyunculuğu bırakmamış da Devlet Tiyatrosu sahnelerinde izledik bu pop müziğin en karizmatik kadınını. ‘Orkestra’ bugün gibi aklımda. Ama bence müziğe 35 yıl ara vermesi kabul edilir gibi değil.

Neyse, ne demek lazım, hatanın bir yerinden dönülmesine de şükür, Hakan Eren’in Ossi Müzik’i sayesinde eski şarkılarını bir CD’de bulabildiğimiz Işıl Yücesoy, aynı firmadan ‘Zamansız’ adlı bir albümle geri döndü. Kendisinin

Yazının Devamı

Komşu komşunun kurdu

25 Temmuz 2016

Türkiye tarihindeki darbeleri ya da karışık siyasi dönemleri, 6 - 7 Eylül gibi karanlık zamanları aklı erecek yaşta yaşayanlardan dinlerken, bir şey dikkatimi çekerdi. Söz döner dolaşır, bir cümleye gelirdi: “Sonra işte komşu komşuyu ihbar etmeye başladı”. Yani işlerin geldiği son nokta bu, o derece.
Anlardım ki en çok can yakan bu. Tutuklanmak, yargılanmak, işkenceler, sürgünler evet, ama komşunun komşuyu ihbar etmesi, başka bir çöküşün işaretiydi. Bu toplumun üzerine kurulu olduğu - en azından öyle olmasıyla övündüğümüz - ahbaplık gibi, arkadaşlık gibi, bir kahvenin 40 yıl hatırının olması gibi, komşuluk gibi işte en kestirmesinden komşuluk gibi, şeylerin hiçbir anlamı kalmadığını gösteriyordu.
Sen dün bakkalda selamlaştığın, tuzun bitince kapısını çaldığın, akşam bir manisi yoksa çekirdeğini alıp oturmaya gittiğin adamı gözünü kırpmadan polise teslim edebiliyordun. Ama işgüzarlıktan, ama korkudan, ama senin gibi düşünmediği için içten içe bilendiğinden, önemi yok. Önemli olan senin durumdan vazife çıkartman ve komşuluk hakkı diye bir şey varsa onu da hiçe sayman.
Zaman değişti, artık ne o komşular var, ne de komşuluk hakkı. Ama çok şükür muhbir vatandaşlar iş başında. O

Yazının Devamı