“Film gerçek oldu”. Genellikle hoş tesadüfler için, romantik durumlar ve gerçekleşen hayaller için kullanılan bir ifade. Ama annelik müessesini biraz da fazla acımasız bir yerden tartışan bir film gerçek olunca, o kadar sempatik görünmüyor göze.
Geçen yıl ‘Aç Kalpler’ diye bir film izlemiştik Başka Sinema salonlarında. Tatlı başlayan bir aşk hikayesinin, çiftin bebeklerinin doğumuyla adım adım kabusa dönüşmesini anlatıyordu.
Daha doğumda hastaneye, zorunluluktan ötürü kendisine müdahale etmeye çalışan doktora, anesteziye, ilaca, velhasıl toptan modern tıbba karşı çıkan anne, kendisiyle beraber bebeğini de vegan beslenmeye, giderek de neredeyse açlığa mahkum ediyordu. Bebek büyümüyor, baba çaresiz, babaanne öfkeli, durum da içinden çıkılmazdı.
En çok “Bir annenin bebeği üzerindeki hakkı nerede başlar, nerede biter?” diye düşündürüyordu film sonunda. Çünkü o malum ve kutsal “Bebek annenindir” inanışı “Anadır, çocuğunu ölüme mahkum etse de hakkıdır”a varıyordu ve çaresiz kalan baba ile babaanne vahşi yollara başvurmak zorunda kalıyordu.
Milano’daki bebek olayı
Bu hafta bir haber okuduk, Milano’da mahkeme vegan beslenerek büyütülmeye çalışılan bir bebek anne ve babasından almış. İddiaya
Tüketim ile paralel artan bir şey, ‘sadeleşme’ arzusu. Hani sanki birileri gırtlağımıza basıyormuş gibi -ki bastıkları da söylenebilir aslında- ihtiyacımız var mı yok mu düşünmeden satın alıyoruz, alıyoruz, sonunda bir bakıyoruz evde biz değil eşyalar yaşıyor. Bize araya bir yerlere sıkışmak ve de kredi kartı taksitlerini ödemek düşüyor. Bunun adını da hayat zannediyoruz.
Ya da çok geç olmadan yaşamanın bu olmadığını fark edip ‘sadeleşmenin’, çula çaputa değil daha sahici şeylere bağlanmanın yollarını arıyoruz. Dilara Erdem Gökhan Pişkin çifti gibi.
Onlarla bu hafta instagram’da tanıştık. “Sadeleşiyoruz” diye bir hesap açmışlardı. “Biz, daha az şeye sahip olarak daha sade bir hayat yaşamaya karar verdik” diyorlardı. Nasıl yapacaklardı bunu? Alıp çok az kullandıkları, hatta belki hiç kullanmadıkları eşyaları instagram hesabından satarak.
Göz açıp kapayıncaya kadar elden ele yayılan, facebook sayfası bir gün içinde 60 bin kişi tarafından ziyaret edilen kampanya, şu anda “Biz de sadeleşebiliyor muyuz?” diyen sayısız insana ulaşmış durumda.
Dilara Erdem hiç tahmin etmedikleri bu ilgiye çok şaşırdıklarını anlatıyor. Kendilerinden beklenti yüksek ama aslında bu hâlâ hayalleri
Nedir bu heykel sanatının yurdum insanıyla imtihanı, anlamak mümkün değil! Her yeni güne bir heykele verilen zarar haberiyle başlıyoruz. Bitmeyen bir “Siz yapın, biz yıkalım”, “Siz restore edin, biz kıralım”, “Siz temizleyin, biz üzerine boya atalım” döngüsü...
Bursa’nın Nilüfer ilçesinde düzenlenen Uluslararası Kuzgun Acar Heykel Sempozyumu’nda Vietnamlı Van Hoang Huynh’un yaptığı zavallı heykelin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi, malum. Adı ‘Özgür Olmak’ olduğu için mi göze batıyor, “Ne bu efendim, özgürlük ahlaksızlık demek mi?” gibi düşünceler mi uyandırıyor, ne oluyor da göze müstehcen görünüyor, ne geçiyor zihinlerden, tahmin edemiyoruz ki... Bildiğimiz, beğen-miyor, onu yok etme hakkını görüyor kendisinde ve önce siyah boyayla sıvıyor üzerini. Baktı mesaj alınmadı, heykel temizlendi, bu sefer mavi boya atıyor ki daha anlaşılır olsun.
Daha önce yazılı olarak “Edep ya hu!” emri almış heykel de gördük, herhalde sırada bu var.
Nilüfer’deki Kuzgun Acar Sempozyumu zaten dertli bir etkinlik. Ukraynalı heykeltıraş Gutyrya Vyacheslav’ın armağan ettiği ‘Adem ile Havva’ heykeli de müstehcen bulunmuştu zamanında.
İzmir’de metro istasyonundaki ‘Müzisyen’ heykeli sonra...
Orman yangını olur; “Çok şükür can kaybı yok” der, ağaçları, kuşları, sincapları, böcekleri yok sayarız. Denizleri lağım çukuruna çevirir, içinde yok olan yüzlerce türe değil, kendi boğazımızdan geçecek balığın azalmasını mesele ederiz.
Dünyayı bir devasa savaş meydanıymış gibi hor kullanır, kendimizle beraber başka canlıları da cehenneme mahkum ederiz, umrumuzda olmaz. İnsanlar ölürken hayvanların lafı mı olur, öyle değil mi?
Birisi de çıkar mesela, bombaların, kurşunların arasında hayatta kalmaya çalışan kedileri, köpekleri kurtarmaya çalışır, ona da destek değil köstek oluruz. Sur’dan, Cizre’den, Yüksekova’dan yaralı, sakat, çaresiz hayvanları toplayıp İstanbul’a getiren Kadıköy Belediyesi hayvan gönüllüsü Zuhal Arslan’ı televizyonda görüp çok etkilenmiştim daha önce. Bu hafta sonu Cumhuriyet’ten Hilal Köse’ye anlatmış hikayesini.
Defalarca pet nakil aracı göndermiş Zuhal Arslan çatışmalı bölgelere. Bacakları kopmuş, gözleri çıkmış, yaralı bereli, insanların savaşının ‘gazi’si kedi ve köpekleri toplatmış. Sosyal medyadan yardım çağrısında bulunmuş sonra. HAYTAP önayak olmuş, bazı klinikler bedava tedaviye talip olmuş, insanlar masrafları paylaşmak için seferber olmuş. Yurtdışından
Kıbrıs’ta bir süredir bir sivil hareket başladı, bizde de büyük heyecanla takip ediliyor: Beleşe Deniz / Plajlar Halkındır direnişi. Neye direniyorlar? Plajlara ücret ödemeye. Yani aslında anayasa tarafında kendilerine tanınmış hakkı kullanmaya çalışıyorlar.
Ama tahmin edileceği gibi bu kolay olmuyor. Acapulco Plajı’na ilk serbest giriş denemeleri güvenlik görevlilerine tosluyor. Derhal sosyal medya sayfasından haberleşip örgütlenmeye başlıyorlar.
Anayasanın ilgili maddeleri konuyor sayfaya, zorlukla karşılaşıldığında aranacak polis telefonları da ekleniyor ve halk harekete katılmaya çağrılıyor. “Kıyıların 100 metrelik şeridi içinde sadece devlete ait, çok gerekli ve kamu yararına olan tesisler kurulabilir. Yurttaşların plajlara girmesi kimse tarafından engellenemez. Yurttaşlardan herhangi bir ad ve koşul altında ücret talep edilemez” maddeleri ışığında Beleşe Deniz hareketi büyüyor.
Farklı plajlarda devam ediyor
En son ellerinde şemsiyeleri, sandalyeleri, buzlukları, anayasa sayfaları ve kameralarıyla Acapulco sınırlarına dayanan halkın nasıl kibarca buyur edildiğini hep beraber izledik. Hareket farklı plajlarda devam etmekte ve dediğim gibi Türkiye’den de ilgiyle izlenmekte. Her bir
Milletçe enteresan bir espri ve romantizm anlayışımız olduğunu kabul etmek lazım. Şu bayram sırasında iki örneğini gördük ki, hep diyorum; gerçek hayat Zaytung’a iş bırakmıyor aslında.
Birinci hikâyemiz Erzurum’dan. Kamuda görevli bir beyefendinin, sevgilisine evlenme teklif edesi geliyor. Ne yapsın ne yapsın, Boğaz Köprüsü mü var ki üzerine pankart assın, balon mu uçursun, billboard mu kiralasın, yok, hiçbir şey yeterince romantik gelmemiş olsa gerek ki sonunda dahiyane bir fikir buluyor: Bakıyor ki sevgilisi uçakla memleketine gidecek, DHMİ’den arkadaşlarıyla anlaşıyor ve genç kızı Erzurum Havaalanı’nda güvenlik kontrolünden geçerken durdurtuyor.
Öyle filmlerdeki gibi peşinden koşarak durdurup önünde diz çökmüyor. Polis bölmesinden yanına gelen nöbetçi müdür tarafından durdurulmasını sağlıyor. Tam çantası cihazdan geçerken “Müdüriyete gitmemiz lazım. Sizinle ilgili bir sıkıntı var” diyerek alıp kızı götürüyorlar. Düşünebiliyor musunuz gerginliği? Ve sürpriiiz! Güllerden kalp, mutlu son.
“Sıkıntı var’ denilince korktum” diyor kızcağız. Tabii ki sıkıntı var, beyefendinin şaka anlayışı yok, romantik olmak deyince de aklına belli ki filmlerinde sevdiği kadınları bir tokatla
Deniz Türkali’nin kitabını kapatıp kenara koydum ve düşündüm: Neydi ‘Hayatımın Yemekleri’ni böyle bir solukta okutan ve hayatımın kitaplarının arasına katan? Çünkü biliyorum ki işimiz bitmedi, daha çok görüşeceğiz kendisiyle...
Ben yemek pişirmeyi de yemek kitabı okumayı da severim, evet. Kitapta Türkali’nin dediği gibi “Yemek yemeyi sevmeyen insanları da hayatıma katarken iki kere düşünürüm, çünkü bu onlara dair pek çok ipucu verir.” Ama bu eseri lezzetli kılan bu da değil. Burada başka bir muhabbet var.
Kitabın arka kapağında Serra Yılmaz’ın yazdıklarını okudum sonra. Hah, tam da bu! “Hani sanki yan komşunuz ‘Gel komşu, kahve yaptım’ dedi ve kahvenizi yudumlayıp tatlı tatlı sohbet ederken arada bir, iki anı ve yemek tarifi alıyorsunuz.”
Ne ölçüler ölçü, ne tarifler tam tarif. Hani vardır ya, ‘aldığı kadar un’ tam o hesap. Tabii ki okuyarak ve onun çok güvendiği hayal gücünüzü yanına katarak Deniz Türkali’nin bir iştah tarif ettiği makarnaları, zeytinyağlıları, ahtapotlu pilavları, pırasa köftelerini siz de yapabilirsiniz. Ama asıl güzel olan, size mutfağa girme ve sevdiğiniz insanlara yemek pişirme isteği verecek olması. Aslında uzun lafın kısası, vadettiği komşu
Pazar sabahı twitter’ın o anda cennet vatanımızda nelerin konuşulduğunu müjdeleyen ‘hashtag’ listesinin en tepesinde akıllara durgunluk verecek bir başlık vardı: “ÜlkemdeSuriyeliİstemiyorum”.
Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriyelilere vatandaşlık hakkı tanınacağına dair açıklamalarının üstüne, vatandaş esmiş köpürmüş. İlginç, en büyük vurgu, vatanlarını bırakıp gitmelerine yapılıyor. “Benim topraklarım ülkesini bırakıp kaçanların vatanı olamaz!” diyen diyene. Başka milletlerin vatanseverliği de bizden soruluyor şükür.
Çünkü insanlar bayılıyor, evlerini, işlerini, okullarını bırakıp yollara düşmeye, sokaklarda yatmaya, çoluk çocuk botlara doluşup deniz ortasında can vermeye. Keyiflerinden geliyorlar.
Hiç mi görmiyorsunuz, sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar, başka bir beklentileri yok, bizim de kendilerine başka bir şey sunabildiğimiz yok zaten. Kabul edelim ki Türkiye her insan evladının bir gün mutlaka yaşamayı hayal edeceği rüya ülke sayılmaz. Hele de yerlerinden yurtlarından edilmiş, işi, evi, hiçbir güvencesi, dayanağı olmayan sığınmacılar için. Kim kendi ülkesinde yaşama imkânı olsa bu koşullara koşa koşa gelir?
Nasıl nefret dolu ifadeler, küçümsemeler,