Bir garip ilişki, babayla çocuk arasındaki. “Sevmen lazım” diye başlıyorsun hayata, “Bu adamı sevmen lazım.” “Saygı duyman lazım” ayrıca. Sonra aklın ermeye başladıkça “Çekinmen lazım.” Bir kabahat işledin mi babana söylerler, görürsün.
Duruma göre “Korkman lazım.” Yanlış yola sapmaması için insana baba korkusu şart. İnsan korktuğu şeyi kolay kolay sevemez de, ondan hem korkman, hem de sevmen lazım.
Bunca lazım arasında karşındaki adam aslında kimdir; hayattan ne gibi beklentileri, nasıl umutları, hayalleri, hayal kırıklıkları vardır bilemezsin çoğunlukla. Evdeki iktidar figürüdür, itaat eder, sorgulamazsın. Elinde büyüdüğün insanı yedi kat eller senden iyi tanır, sen onun sadece ‘baba’ halini bilirsin. Bu da hazırlıksız gelip dünyanın en zor görevine; ‘Bir insan yetiştirmeye’ soyunan kişinin en parlak hali değildir genellikle.
Her mesleğin eğitimi var; ana babalığın yok. Onlar el yordamıyla kıra döke ilerler. Kırılıp dökülen sen olursun. Sen büyürsün, öfken ve kırgınlıkların büyür. Aslında sevgin de büyür de kendine bile söylemezsin.
Artık insan halini görmeye başlamışsındır babanın. Şanslıysan asıl o halini seversin. Çocukluğu; gençliği, onu o güne getiren mücadelesi ve
Bir kare; Bolu’dan. Sokakta bir takım adamlar, ellerinde akıllı telefonları, hep birlikte kafalarını yukarı kaldırmış, fotoğraf çekiyorlar. Nasıl çocuklar gibi şenler. İstisnasız hepsinin yüzünde kocaman bir gülümseme, belli ki çok mutlu ve heyecanlı bir olaya şahitlik ediyorlar.
Artık havai fişek mi atılıyor, uçan daire mi iniyor, nedir gökyüzünde bu sevinçli telaşa yol açan merak ediyor insan.
Haberi okuyunca anlıyoruz ki, hayatından bezmiş bir vatandaş, bir binanın altıncı katına çıkmış, kendisini aşağıya bırakmaya hazırlanıyor. Altta biriken seyircilerin ağızları kulaklarına vararak ölümsüzleştirmeye çalıştıkları an, bu. Hiç tanımadıkları bir insanın trajedisi.
Muhtemelen arada kamerayı kendilerine çevirip paha biçilmez ‘selfie’lere de imza atıyorlardır. Instagram’da kaç ‘like’ demek bu.
Fakat zaman geçiyor, beklenti var, icraat yok, sıkılıyorlar. “Atla, atla” tezahüratları başlıyor. Basbayağı adamı ölmeye teşvik ediyorlar. Artık atlasın da şov tepe noktasına varsın, rating düşmeye başlayacak yoksa. Beklediğimize değsin.
“Biz nasıl bu hale geldik?” naif sorularıyla anlaşılacak bir durum değil bu. Üstelik öyle tek seferlik bir olay da değil. Daha iki ay önce Tarlabaşı’nda
Bizlerin heykelle imtihanı - ya da heykellerin bizimle tabii, bakış açısına göre değişir - hiç bitmeyecek mi acaba? Bir bakıyorsunuz gayet yaratıcı, özgün, sanatçısının izini taşıyan işler muhtelif sebeplerle beğenilmeyip kırılıyor, boyanıyor ve en iyi ihtimalle gözden ırak bir yere kaldırılıyor. Bir bakıyorsunuz, estetikle uzaktan yakından alakası olmayan devasa kütleler şehrin göbeğine dikiliyor.
Aşçılarıyla ünlü Mengen’e 15.5 metrelik aşçı heykeli dikilmiş mesela. Hani şu bazı restoran kapılarına sizi içeri buyur eden çirkin küçük adam maketleri koyuyorlar ya, tereddüt ediyorsunuz girmek mi uygun, girmemek mi diye... Hah, onun dev olanını düşünün, bir kaidenin üzerinden size baksın. “Dünyanın en büyük aşçı heykeli” olmasıyla övünülüyor. Dünyanın hangi ülkesinde akla gelir ki zaten aşçı heykeli boyutları kategorisinde yarışmak?
Bizim ezelden beri geliyor ama.
http://spektakulersehirheykelleri.tumblr.com/ ülkemizin akla ziyan heykellerinin takipçisi. Ben de ondan faydalandım heykel envanterimiz için. Mesela eminim Alibeyköy’deki mısır koçanı da dünya yüzündeki en büyük mısır koçanı heykelidir. Ya da Bayrampaşa’daki dev enginarla baş edebilecek bir babayiğit var mıdır, bilemiyorum.
Her sorunu, her tehlikeyi yasakla çözmeye meyilli bir ülkeyiz. Evde de öyle, okulda da, devlet katında da. Koruyamıyorsan yasakla. Kadınlar tacize mi uğruyor, onlara hava kararınca sokağa çıkmayı yasakla. Toplumun bir kesimi başka birinden (Alperenler Onur Yürüyüşü’nden mesela) rahatsız olup tehdit mi savurdu, tehdit edilenin yürüyüşünü yasakla. Düğüne bombalı saldırı mı oldu, sokakta düğün dernek yapmayı yasakla.
Gaziantep’in Beybahçe Mahallesi’ndeki kına gecesine 20 Ağustos’ta düzenlenen IŞİD intihar saldırısının sonucu bu oldu. İçişleri Bakanlığı 25 Ağustos’ta sokak ve mahalle aralarında yapılan düğün, nişan ve kına gecelerini yasakladı, ardından da İller İdaresi Genel Müdürlüğü aracılığıyla tüm il valilikleri ile ilçe kaymakamlıklarına tebliğ etti. Artık sokaklarda davul zurna, düğün, halay olmayacak.
Sokak düğünleri özellikle maddi durumu iyi olmayanlar için bir kurtarıcı, bu halkın hoş bir geleneği. Bunu ellerinden alıp ne sunacaksınız yerine?
Mesele güvenlikse, çözüm bu olabilir mi?
Bu sefer düğün olmaz, meydan, cadde, toplu taşıma, park, bahçe, insanların bir arada durduğu herhangi bir yer olur. Olmadığını da söyleyemeyiz maalesef. Hangi birine yetişilir yasaklayarak?
“Hiçbir şeyin olmadığı, sadece güzel kızlarla oğlanların havalı bir kampüste salındığı bir gençlik dizisi daha herhalde” diye başına iliştim, yerimden kalkamadım.
Daha beşinci dakikadaydık, ben neler olacağını merak etmeye, adım adım Show TV’nin yeni dizisi ‘Arkadaşlar İyidir’in atmosferine kaptırmaya başlamıştım kendimi. Hatta daha jenerikte, Şanar Yurdatapan’ın ‘Arkadaş’ şarkısının Gripin yorumuyla başlamıştı macera. Farklı bir şey izleyeceğimiz belliydi.
Nitekim, star oyuncuların sırtına yaslanarak reyting almayı denemektense anlattığımız hikayeye odaklanırsak, iyi yazılmış ve iyi çekilmiş bir işin ne kadar izlenebilir olacağını gördük. Üniversite çağında beş arkadaş etrafında gelişiyor olaylar.
Hepsini adı sanı çok az bilinen, parlamaya aday gençler oynuyor: Seda (Aslı Melisa Uzun), Eren (İdris Nabi Taşkan), Gizem (Su Kutlu), Yunus (Akın Akınözü) ve Merve (Hayal Köseoğlu).
Dizi İzmir’de, iki aileyi derinden etkileyen korkunç bir kazayla başlıyor. Bu aynı zamanda çocukluk arkadaşı olan Gizem ve Seda’yı ayıran,
yıllar sonra da suçluluk ve intikam duyguları ekseninde bir araya getiren bir dönüm noktası.
Sadece Gizem ve Seda’nın değil, aynı üniversitede okuyan beş gencin her birinin
“15 yaşındaki oğlumu okula bırakıyordum. Birden gergin bir sesle ‘Baba, ben eşcinselim’ dedi. O an aklıma gelen sadece ona sarılmak oldu. Onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyebildim ve olduğu gibi kabul ettiğimi.”
Bu cümleleri söyleyen, Amerikalı papaz Danny Cortez. Los Angeles’ta bir Güneyli Baptiste kilisesinde görevli. Eşcinselliğe hiç de olumlu bakan bir insan değilken, rahiplik hayatında karşılaştığı itiraflar onu adım adım bu noktaya getirmiş: Öfkelenmek, inkar etmek, utanmak yerine çocuğunu olduğu gibi kabul etmek ve insanlarla da durumu bütün açıklığıyla paylaşmak, kiliseden kovulma riskini de göze alarak.
Kürsüye çıkıp eşcinselliğe bakışıyla ilgili yaşadığı değişimi insanların gözünün içine bakarak anlattığı video youtube’da mevcut. Oğlu Drew’un eşcinsel olduğunu dünyaya duyurduğu video da. Danny Cortez ve oğlu dürüstlüklerinin karşılığında cezalandırılmamışlar, aksine bir oylamayla kilise LGBTİ bireyleri dışlamayan bir ‘Üçüncü Yol’ kilisesine dönüşme kararı almış. Buna tahammül edemeyip gidenlerden geri kalanlarla elbette. Ve iki senedir Cortez her mecrada hikayesini paylaşarak insanların tekrar tekrar bu konuyu düşünmesini sağlıyor. “Eğer bana bir iki hafta ömrün kaldı
Acaba memlekette ‘şaşırtan’, ‘şoke eden’ olay eksikliği mi çekiyoruz ki, bir de kendi flaş haberimizi taştan çıkarıyoruz diye düşünüyorum bazen.
Mesela dün kopan ‘Devlet Tiyatroları artık sadece yerli oyun oynayacak’ fırtınası. Ne diyor haber? Yeni sezon yaklaşırken, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Nejat Birecik bölgeleri arayıp yabancı oyunları kaldırtmış, bundan böyle sadece yerli oyunlar oynayacaklarını açıklamış. Amaç da milli, manevi duyguları pekiştirmek ve vatan bütünlüğüne katkıda bulunmakmış.
Her şeyden önce tiyatro evrensel bir sanattır, vatan her yerde vatan, savaş her yerde savaştır ve o amaçlanan beraberlik duygusunu pekala iyi sahnelenmiş bir İngiliz, Amerikan, Alman, Rus oyunuyla da sağlayabilirsiniz. Hatta maalesef örneğini çok gördüğümüz yerli müsamerelerden çok daha başarılı bir şekilde.
Hep aynı oyunlar
Ayrıca Türk tiyatro edebiyatı 12 bölge 65 sahneye yetecek zenginlikte değildir, döne dolaşa aynı oyunların sahnelenmesinden, sürekli “Yerli yazar yok” diye ağlanmasından da anlaşılacağı üzere. Nitekim bakıyoruz; gene Recep Bilginer’ler, Nahit Sırrı Örik’ler ‘Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe’ler, ‘4. Murat’lar, ‘Rumuz Goncagül’ler, Kenan Işık’ın yıllar önce Şehir
Konuşunca herkes aynı şeyden yakınıyor: Kutuplaşma. “Aynı topraklarda kardeşçe yaşıyorduk, ne ara böyle düşman olduk?” Bu cümleyi siyasi görüşe, inanca, dine, dile, mezhebe, aklınıza gelen her farklılığa uyarlayabilirsiniz, hepsine gider.
Ne zaman kardeşçe yaşıyorduk, itiraf edeyim benim yaşım yetmiyor o sözü edilen mutlu günleri özlemle anmaya. Kutuplaşmanın bir çeşidi hiç eksik olmadı hayatımızdan bana sorarsanız. Ama bugüne gelirsek tablo şu: Herhangi bir konuyu birbirimizi bu ülkeden kovmadan tartışamıyoruz.
Ya siyahsın ya beyaz, ya bizdensin ya değil. Uzlaşmamız, bir meseleyi sebebiyle, sonucuyla konuşmamız, kimseye zarar vermeyecek bir orta yol bulmamız mümkün değil. Benim gibi düşünmüyor musun? Hadi koş o çok beğendiğin Batıya ya da Suudi Arabistan’a, İran’a, artık durum nereyi gerektiriyorsa, her kesimin birbirini sürdüğü yer farklı. Emin olduğumuz şey; ev sahibi biziz, tapu bizde. Nazım’ın ‘Bu memleket bizim’ini tamamen yanlış anlamış insanlar topluluğu.
Sosyal medya bu sürgün tebliğleri için ideal bir mecra. Ama tabii önce, savaşın çıkması gerekiyor. Tartışacağız ki “Beğenmeyen gitsin” demeye sebebimiz olsun. Bir bakıyoruz twitter’ın en çok konuşulanlar listesine: Her