Konu Türkiye’de kadınların durumuyla ilgiliyse sevindirici haberlere hasretiz ya, insan, görünce coşkuya kapılmakla endişelenmek arasında bir noktada kararsız kalıyor. Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilen ve Milli Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürlüğü koordinasyonunda yürütülen Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi (ETCEP) iki yıllık sürecini başarıyla tamamlayıp denendiği okullarda kalıcı izler bıraktığında örneğin.
Erzurum, Batman, Samsun, İzmir, Malatya, Şanlıurfa, Karaman, Mardin, Trabzon ve Sivas’tan 40 okulda uygulanmış proje. Anaokulu da var, ortaokul da, lisede de. Öğrencilerle görüşmeler yapılıp sorunlar saptanmış, eğitimcilere sertifika programları düzenlenmiş, ders kitapları taranıp cinsiyetçi kalıp yargılarını güçlendiren ifadeler tespit edilerek sınıfta tartışılmış. En çok da o okumayı ilk öğrendiğimiz, pek masum görünümlü, basit cümlecikler üzerinde durulmuş: Ali topu at, Ayşe topu tut, Ali ekmek al, Ayşe sofrayı kur. Bizim zamanımızda baba odun keser, anne turşu kurardı bir de. Gazete okuyan baba, örgü ören anneydi hep.
ETCEP’in videolarında görülüyor ki öğretmenler de şaşkın, daha önce üzerine
Bu ülkenin çocukları, ‘Neşeli Günler’le, ‘Bizim Aile’lerle, ‘Sev Kardeşim’lerle, ‘Mavi Boncuk’larla büyüdü. Orada namuslu olanın gücünü haklılığından aldığı, eninde sonunda kazandığı, sevenlerin kavuştuğu, düşmanların barıştığı bir dünya görerek.
Düşman dediğin de en fazla bir şeyleri daha fazla kendine yontan, küçük dalaverelerle yolunu bulmaya çalışan, kızdığımız ama sevdiğimiz bir dayı, turşuyu limonla mı kurmalı, sirkeyle mi tartışmasından seneler boyu küs kaldığımız ama hiç unutmadığımız bir eski eş; en olmadı fabrika yapmak için mahallenin evlerini tek tek satın alıp yıkmaya kalkışan kalantor fabrikatördür ki, onun da ağzının payını Münir Özkul verir zaten. Üstelik Hulusi Kentmen suretindeki biri ne derece kötü adam olabilir?
‘Hababam Sınıf’larında dersi asmayı, okulu kırmayı, tuvalette sigara içmeyi gördü belki ama arkadaşının dinini, mezhebini etnik kökenini sormayı, bundan ötürü onu ayırmayı öğrenmedi. Bir sebepten ters düşebileceklerini ama sonunda sarılıp öpüşüp yola devam edeceklerini, bu hayatın ancak dostlarla yan yana yürürsen güzel olacağını gördü.
Altın kalpli delikanlı
Bunlarla büyüdük biz. Kötülük bilgimiz sınırlı kaldı. Nefreti öğrenemedik. Büyüdük, artık Yeşilçam
Gittikçe sıradanlaşıyor, farkında mısınız? Mini eteğin, kırmızı rujun, dekoltenin tacize davetiye sayıldığı ülkemizde her güne en az bir adet ‘saldırıyı hak etmiş kadın’ haberi düşer oldu. Artık tacizle de bitmiyor, yanında dayak, yumruk, uçan tekme de mevcut.
Bayramın ilk günü İstanbul’da belediye otobüsünde çekilen görüntüler bence artık bu ülkede insanlık adına umudun tükenmekte olduğunu gösteriyor. Mesela ben, kendimi bildim bileli eğer akşam saati yolda yürürken rahatsız edici bir durumla karşılaşırsam, birisi beni takip edecek olursa - ki bunu savuşturmak maalesef bütün kadınların çocukluktan itibaren ustalaştığı bir ata sporudur insanların olduğu sokaklara sapmaya çalışırım. Orada güvende olduğumu, nasıl olsa birilerinin bana yardım edeceğini düşünürüm.
Öyle olmuyormuş. Kuytu köşeye, gece karanlığına falan ne hacet, güpegündüz insanların ortasında bir kadına tekme tokat saldırabiliyormuşsunuz, kimse dönüp bakmıyormuş bile.
Ayşegül Terzi bir hemşire. İstanbul’da bayram sabahı nöbetten çıkıp evine giderken, otobüste adamın biri “Şeytansın sen” diyerek çenesine tekme atıyor. Tekme! Neden? Şort varmış üzerinde. Ve gerçekten kimse, şoför bile, “Dur ne yapıyorsun?” demiyor.
Galiba Tarık Akan’ı en çok bu yüzden sevdik. Memleket kan ağlarken elinde viski bardağıyla kız peşinde koşan zengin çocuğunu oynamayı içine sindiremediği, toplumun dertlerini anlatan filmlerde oynayabilmek için koskoca Yeşilçam’ı karşısına aldığı için...
26 yaşında, kanının en deli aktığı çağda, bir elin yağda bir elin balda yaşıyor olacaksın. Altında Mercedes’in, cebinde o güne kadar bir arada görmediğin kadar para. Az kişiye nasip olacak bir şan şöhret de cabası. Üstelik bunlara kavuşalı daha iki üç yıl olmuş olmamış. Kaç kişinin aklına gelir tıkır tıkır işleyen bu çarkı tersine çevirmek? Galiba Tarık Akan’ı en çok bu yüzden sevdik. Memleket kan ağlarken elinde viski bardağıyla kız peşinde koşan zengin çocuğunu oynamayı içine sindiremediği için, ki biz o filmleri de çok sevdik hep, o istemedi.
Kendisi öyle bir hayattan gelmiyordu çünkü. Subay çocuğuydu. Üregül ailesine bir abla ve ağabeyden sonra 1949 yılında katılan üçüncü çocuk. Nüfusa göre 13 Aralık 1949, gayrı resmi olarak 14 Ekim doğumlu. Tam adı Tahsin Tarık Üregül. İstanbul’da dünyaya gelmiş ama her subay çocuğu gibi Anadolu’da şehir kasaba gezerek büyümüştü. 15 yaşındaydı, İstanbul’a gelip ilk kez denizi
Başlıktaki iddia, aslında tüm kalbimle inanmak istediğim bir şey. Başka bir dünya mümkünse bunun kadınların elinde şekilleneceğine, barış gelecekse onun da yolunun kadınlardan geçeceğine fena halde inanasım var. Erkeklerin kurup yürüttüğünü gördük çünkü. Acil bir el değişikliği şart.
Kadın, doğası gereği yumuşaktır, çiçektir ve kelebektir söylemine girecek değilim elbette. Tam tersi, fırsat bulduğu zaman güçlü olacağına inancımdan bu iddiam. Belki tarih boyunca itilip kakılmanın, geride bırakılmanın, ‘öteki’ sayılmanın ne olduğunu iyi bilmesinden. Dinine, diline, ırkına bakmadan mazlumu, mağduru iyi anlayacağını varsaydığımdan.
Bu yüzden ırkçı, faşist söylemler kadınlardan geldiğinde iki kat şaşırıp hayal kırıklığına uğruyorum, dünyada hüküm süren erkek dili onları da ele geçiriyor, bir de kendine inandırıyor diye. O dilin ilk kendilerini vurduğunu nasıl görmüyorlar, kendi başlatmadıkları ama kendi çocuklarını kurban verdikleri savaşların nasıl destekçisi olabiliyorlar diye.
Yine bu yüzden de, Gazze’ye Kadın Gemisi (Women’s Boat to Gaza WBG) girişimini çok önemli buluyorum.
Özgürlük Filosu Koalisyonu altında birleşmiş, Gazze’deki İsrail ablukasına karşı Filistinli kadınların yanında
2015’in ocak ayındaki vahşi Charlie Hebdo saldırısının, dünyanın dört bir yanından insanların “Ben Charlie’yim” sloganlarıyla sokaklara dökülmesinin üzerinden iki yıla yakın zaman geçti.
Ne olmuştu; derginin Paris’teki bürosu basılmış, aralarında Charlie Hebdo’nun belkemiğini oluşturan ünlü karikatüristlerin de olduğu 12 kişi öldürülerek güya Hazreti Muhammed karikatürlerinin intikamı alınmıştı.
Tarihe mizaha tahammülsüzlüğün en şiddetli sonucu olarak geçen kara bir gündü ve çok eski bir tartışmayı da gündeme getirmişti tabii beraberinde: Mizahın sınırları nedir? Herkesin hassas olduğu konu farklı olduğuna göre, mizahçı kimin değerlerine göre hareket edecek? Ya da böyle hareket ederek işini yapabilir mi?
Charlie Hebdo zaten sınırları zorlamasıyla ünlü, mizahını tabularla oynayarak devşiren bir dergiydi ve bu özgürlüğünün sonuna kadar savunulması gerekiyordu. Düşünceyi ifade etmenin, bir şeyi üstelik mizahla eleştirmenin sınırlarını çizmeye kalkışırsan bunun sonu gelmezdi. Hele hele bunu kanla çizmeye kalkışan birileri varsa evet, aklı ve vicdanı olan herkes Charlie’ydi.
Peki, şimdi hangi noktadayız? Önemli kalemlerini saldırıda kaybeden, ilk destek rüzgârı geçtikten sonra
Neyi ne zaman sansürleyip neyi yayınlanmaya uygun bulacağı hiç belli olmayan bir platform, Facebook. Bakıyorsunuz, parçalanmış, yarı çıplak kadın bedenleri, ırkçı ve savaş yanlısı söylemler cirit atıyor. Görmeye dayanamayıp “Bunu kaldırın” diye şikayet edecek olsanız, “Biz bu paylaşımlarda bir sorun görmedik” cevabını alıyorsunuz.
Ama bir bakıyorsunuz, Vietnam Savaşı’nın simgesi haline gelmiş, çeken foto muhabiri Nick Ut’a Pulitzer Ödülü kazandırmış bir kare onlara rahatsız edici, hatta ‘müstehcen’ gelmiş. Neden? Çıplak çocuk varmış efendim. Hassaslar, bu konularda...
Önce fotoğrafı hatırlayalım, ki unutulacak kare değildir; çünkü bütün o ateş - duman - kül arasında atılan bombaların kimleri vurduğunu bütün çıplaklığıyla gösterir: Korku ve gözyaşları içinde kim olduğunu, ne olduğunu bilmedikleri düşmandan kaçan bir grup çocuk. Her devirde büyüklerin saçma savaşının asıl kurbanları.
‘Napalm Girl’ün hikayesi
Burası Saygon’un kuzeydoğusundaki Trang Bang köyü. Tarih 8 Haziran 1972. Dokuz yaşındaki Kim Phuc ve arkadaşları sokakta oynuyorlar. Savaşta da oynar ya çocuklar.
Birden ne olduğunu anlamadıkları bir ateşin içinde buluyorlar kendilerini ve koşmaya başlıyorlar. Güney Vietnam
Arşivlere dönüp gazeteleri karıştırsanız, bizde bayramların gelişini ve gidişini iki haberden anlayabilirsiniz: İlki, “Bayram tatili dokuz gün oldu”. Bu aslında herkesin bir yıl öncesinden uçak biletlerini ve otel rezervasyonlarını hazır edecek kadar iyi bildiği bir gerçek. Ama her yıl aynı oyunu oynuyoruz gene de, “Bakalım bayram tatili hafta sonuyla birleştirilecek mi?” tatlı heyecanı her sene tatilcilerin zaferiyle sonuçlanıyor.
İkinci haber bu kadar sevimli değil maalesef. O bayramdaki trafik kurbanlarının çetelesini tutuyor. Aslında daha tatilin başında “Bayram trafiğinde ilk gün bilançosu” diye başlıyor sayım, son gün de yekun alınıyor. Geçen yıl temmuz ayındaki bayram tatilinin bilançosu 120 ölü, 390 yaralı imiş mesela.
Yani müthiş dikkatli araba kullanmak, trafikte kurallara harfiyen uymakla ünlü bir millet değiliz. Karşılıklı gelirken birbirini “Polis çevirmesi var, hız kes” diye uyarmak için selektörle dili icat etmiş insanlarız.
Hal böyleyken, dün sabah saatlerinde Kocaeli Emniyet Müdürlüğü imzalı bayram müjdesi neydi? “Kurban Bayramı tatili boyunca vatandaşlarımıza denetim amaçlı EDS, TEDES, Mobese, radar vb şekilde herhangi bir ceza yazılmayacak, kural ihbarı tespit