Sosyal medyada fotoğraf paylaşmanın son adımı olarak geldiğimiz ‘nofilter’, ‘nomakeup’ furyasında yeni bir noktadayız. Önce sabah gözümüzü ele güne “Günaydın” diyerek açmaya alıştık. Tabii o bir tek kedilerimizin köpeklerimizin ve - varsa - birlikte uyandığımız insanın gördüğü yüzümüzü yabancılara göstermek istemediğimizden rimelimiz, rujumuz ve imdadımıza yetişen buğulu filtrelerimizle. Herkes prensesler gibi uyanıyor uykusundan, ne mutlu.
Gece yatış, aynı şekilde. “Ben yattım, size iyi geceler” pozları uyumaya değil katalog çekimine hazırlanır gibi. “Takma kirpiğinizi çıkaraydınız bari, uykuda yapışacak” demek geliyor insanın içinden. Ama kadın dediğin her daim bakımlı, ömür boyu fit, her dem taze olmakla yükümlüdür. Öyle değilse de öyle görünmekle. Olduğun gibi görünmek de ne demek? Hele hele ünlüysen.
Açın internet sitelerini, kaç tane ‘makyajsız halini görünce şok geçireceksiniz’ foto galerisi var, sayın. Ayıp bir şey, kapatıcılarını, fondötenlerini, allıklarını sürmeden insan içine çıkmak. Bizde de böyle, dünyanın dört bir yanında da.
Güzelim kıvırcık saçlarıyla sevimli çilli yüzünü yıllardır fönlerle, fondötenlerle saklayan Alicia Keys, nihayet isyan bayrağını açtı ve
Sosyal medya üzerinden üstü örtülü ve açık tehditlere, aba altından ve üstünden sopa göstermelere, bazen kimlik gizleyerek, çoğu zaman buna bile gerek görmeyerek gözdağı vermelere alıştık da, bir vakıf başkanının çıkıp basın toplantısı yaparak toplumun koca bir kesimini tehdit ettiğini görmemiştik daha önce.
Bu da oldu. Alperen Ocakları Vakfı İstanbul İl Başkanı Kürşat Mican, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de her yıl haziran ayının son haftasında yapılan LGBT onur yürüyüşüne engel olacaklarını açıkladı.
Evet, ifadede yanlışlık yok. Yapılmaması için çağrıda falan bulunmuyorlar, “Yaptırmayacağız” diyorlar.
“Ecdadımızın ağır bedeller ödeyerek bizlere miras bıraktığı bu topraklarda ahlaksızların fantezi yapmasına müsaade etmeyeceğiz” diyorlar.
Ne fantezisi Allah aşkına? Anayasaca korunan toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma haklarını kullanıyor, Taksim’den Tünel’e şarkılar, sloganlar eşliğinde yürüyorlar, hepsi bu. Metinde iddia edildiği gibi bunun ‘halkın sinir uçlarına’ falan dokunmadığını, yoldan geçen çoluklu çocuklu ailelerin, pencereden sarkan esnafın da el sallayarak, alkış tutarak yürüyüşe eşlik ettiğini gözlerimle gördüm defalarca.
Kimse tuhaf anlamlar yükleyip
Polisler yakaladıkları ‘seri katil’ namlı Atalay Filiz’i aralarına alıp ‘selfie’ çektirmiş ilk iş. İnanılır gibi değil. Güzel bir şey gördün mü aklına ilk selfie çektirmek geliyor, peki. İçine bir kenarından burun deliklerine kadar görünen kendini sokuşturmazsan bir şeyin tadına varamıyorsun, anladık.
Ama artık kaza gördün selfie çektir, yangın gördün selfie çektir, bu ne? İlk yardımdan önce gelir oldu selfie.
Sonunda katille de selfie çektirmek isteyen polis memuru görmüş olduk.
Bir değil, üç ayrı polis bu işe kalkıştığına göre özellikle seri katillerle meraklı olan bir tanesinin görev aşkından kaynaklandığını söyleyemeyiz. Orada bilinen en az üç kişinin canını almış, asla sağlıklı olmadığı yüzündeki anlamsız gülümsemeden de belli olan bir katil var neticede.
Nasıl içinden geliyor kolunu omzuna atıp “Gel bakalım” diye objektife poz vermek?
Ayrıca ‘selfie video’ çektirirkenki yorumu da taktire şayan, “Sen nasıl yakalanmadın üç yıl bu memlekette, helal olsun” diyor.
Halbuki birine helal olacaksa onu üç yıldır yakalayamayanlara olmalı öyle değil mi?
Büyük şehirlerde,hele hele belli bir gelir düzeyinin üstündeki ailelerde daha çocuk beş yaşına basmadan başlıyor, hangi okula gideceği muhabbeti. Acaba hangisinin ‘kurasına’ soksak, hangi özel okulu karşılayabiliriz maddi olarak.
Öyle ya, geleceği buna bağlı çocuğun. İlle özel bir okulda okuyacak, beşinci sınıfa geçerken özel hocalara, üstüne de dershanelere başlayacak ki, anne babanın hayalindeki ‘başarılı’ geleceğin olmazsa olmazı ‘iyi’ bir liseye girebilsin.
O ‘iyi’ liselerin de eğitim ücretleri açıklandı hafta sonu. Çocuğunuzu Robert Kolej’de okutmak için misal, yıllık 60 bin ila 96 bin lirayı gözden çıkartmanız gerekiyor ki onun yerine bu parayı bankaya yatırsanız gerçekten iyi bir geleceği garanti etmiş olursunuz.
Şimdi dönüp bakalım memleketin başka bir köşesine: Dağcılar köyü Seyit Kamer
mezrası, haritada bulamayacağınız bir yer. Muş’un Varto ilçesine bağlı ve 10 aile yaşıyor sadece. Tahmin edeceğiniz gibi, okulu yok. Buranın çocukları taşımalı eğitim sistemiyle 5 kilometre mesafedeki Çaylar köyündeki Yatılı Bölge Ortaokulu’na gidiyor.
Ezgi Beytaş da onlardan biri. 14 yaşında. Babası onu ve küçük kız kardeşini pazartesi okula götürüp cuma alıyor. Kışları atlı kızaklarla
Bilenler bilir, Özak Pansiyon Gümüşlük’ün simgelerinden biridir. En çok da bahçesi ve sahnesi nedeniyle. Bir gelir Mabel Matiz’e rastlarsınız, sonraki sefer Bülent Ortaçgil’e. Birsen Tezer, Gündoğarken, Jehan Barbur, Leman Sam... Sürprizleri bitmez.
Denizin dibinde, çimenlerdeki minderlere oturup müziğini dinlemek sahiden bir Gümüşlük klasiğidir. Artık maalesef klasiği ‘idi’ çünkü satılmış ve o güzelim bahçe yerle bir edilmiş durumda. Et lokantası olacakmış, ünlü bir zincirin halkası.
“Gümüşlük gibi bir balıkçı kasabasının et lokantasına ne ihtiyacı vardı?” diye sorulabilir, “Ağaçların suçu neydi, söktünüz?” denebilir, netice şu ki, artık o güzel konser bahçesi yok.
Ama iyi bir haber, yenisi geldi. Asmalımescit’in pek sevdiğimiz kulübü Off Pera’dan bir Off Gümüşlük doğdu. Bu sefer sabah erkenden kahvaltıyla başlayıp, gün boyu hizmet verecek bir plaj, ağaçları ve çimenleriyle Damla Kellecioğlu, Duygu Güner’in elinden çıkma dört başı mamur bir bahçe, akşamları da sakin bir canlı müzik mekanı olarak çıktı karşımıza.
8 Haziran’da bütün Asmalımescit ve Gümüşlük ahalisinin toplandığı bir partiyle ‘perdelerini’ açtı. Adettendir, soldan sayalım desem; Meltem Cumbul, Göksel, Suzan Kardeş,
Bir tek bizde olmuyor diye sevinmeli miyiz acaba? Bir partide -tanıştığı bile demek zor, adını bilmiyor çünkü- gördüğü bir kadını içki içiyor, eğleniyor, dans ediyor diye ‘müsait’ kabul eden erkekler bir tek bizim topraklarımızda yetişmiyor, ne mutlu. Ayakta duramayacak kadar sarhoş bir kadına tecavüz edip itiraz edecek halde olmamasını onayladığına yormak da bize mahsus değilmiş.
Bir de üstelik bu tecavüzcü kalburüstü bir aileden gelen, iyi eğitimli biriyse onu haklı, kurbanı suçlu bulma eğilimi de bir tek Türkiye mahkemelerine ait değilmiş. Bu dünyada kadın olmanın gereğiymiş.
2015 yılında tamamen baygın haldeyken Stanford Üniversiteli yüzücü Brock Turner’ın tecavüzüne uğrayan 23 yaşındaki kadının mahkemede okuduğu mektup yer aldı gazetelerde bu hafta. Doğrudan tecavüzcüsüne sesleniyor, kendisine neler olduğunu hiç hatırlamadan hastanede yara bere içinde gözünü açtığı 18 Ocak 2015 gününden başlayarak kâbusa dönen hayatını anlatıyordu.
Nasıl paramparça bir halde bulunduğunu ancak tüm ülkeyle birlikte gazete haberlerinden öğrenmiş, bedenini üzerinden sıyırıp atmak istemiş, sekiz ay bu konuyu kimseyle konuşamamıştı. Hâlâ gece yalnız uyuyamıyor, saldırıya uğrayıp uyanamayacağına dair
Haberi görünce sevinmekle üzülmek arasında kalakaldım. Türkiye bu yıl Yunanistan’ın onur konuğuymuş.
Ne demek bu? Ekonomik krizi aşmak için turizme ağırlık verme yolunu seçen ülke, bakmış ki en çok turist Türkiye, ABD, Rusya ve İsrail’den geliyor, “Bunlar bize bayılıyor belli ki, hazır sezon açılırken onlara yönelik bir takım atraksiyonlar yapalım, misal menülere Türk yemekleri falan ekleyip kazıklayabildiğimiz kadar kazıklayalım” mı demişler?
Yok, bu olsa olsa bizim geliştirebileceğimiz bir formül. Bodrum’dan, Marmaris’ten tanıdık gelmiştir eminim. Yunanistan öyle yapmamış, Yunanistan Büyükelçisi Kyriakos Loukakis’in de Habertürk’ten Gökhan Timurhan’a anlattığı gibi, bu yıl Türkiye’den ve diğer onur konuğu ülkelerden Yunanistan’ı ziyaret edecek turistlere indirimli hizmet sunulmasına karar vermiş. Bu programa katılıp belirlenen logoyu takan tüm işyerlerinde etiket fiyatlarının yüzde 20’si oranında indiriminiz olacak özetle.
“Ben kendimi özel hissederdim” diyor ki, haklı. Hatta sadece kazıklanıyor hissetmemek bile yeterli de burada fazlası var. Seni konuk etmek istiyor, ülkesini tercih ettiğin için teşekkür etmek istiyor, bir turist daha ne ister ki zaten?
Fakat bu
Moda’da bir kafede oturuyoruz geçen akşam. Gece yarısına doğru bir koku bastırdı, durulacak gibi değil. Herhalde bir yerde kanalizasyon borusu patladı şu an sular oluk oluk caddeden akıyor, birazdan da oturduğumuz yeri basacak. Ancak öyle bir manzaranın açıklayabileceği bir koku.
Fakat etrafıma bakıyorum, insanlarda bir panikten, hatta şaşkınlıktan bile söz etmek mümkün değil. Gayet alışık görünüyorlar, Moda’nın doğal kokusu sanki. “Bu ne?” diyorum, “Böyle bir süredir, özellikle bu saatlerde” gibi cevaplar alıyorum. Adeta tuhaf olan benim.
Tahmin edileceği gibi, kaynak Kurbağalıdere ve eskiden sadece yanından geçeni canından bezdiren kokusu artık Kadıköy - Moda hattının genel kokusu halinde gelmiş. Özellikle geceleri, İstanbul ıhlamur kokar, Kadıköy lağım kokuyor. Sivrisineklerin nasıl besili olduğunu siz hayal edin.
Hayır, “Kapımızın önüne işiyorlar” diye sokakta içen gençleri polis marifetiyle toplatmaya çalışan semt sakinlerinin buna tepkisiz kalması olacak iş değil. Belli ki artık bezmişler tekrarlamaktan.
Dün Dünya Çevre Günü’ydü, çevre de kendisinin canına okuyan insanoğlundan intikam almayı sürdürüyordu. Siz normal mi buluyorsunuz mesela İstanbul’u ve de Avrupa’nın