Milletçe enteresan bir espri ve romantizm anlayışımız olduğunu kabul etmek lazım. Şu bayram sırasında iki örneğini gördük ki, hep diyorum; gerçek hayat Zaytung’a iş bırakmıyor aslında.
Birinci hikâyemiz Erzurum’dan. Kamuda görevli bir beyefendinin, sevgilisine evlenme teklif edesi geliyor. Ne yapsın ne yapsın, Boğaz Köprüsü mü var ki üzerine pankart assın, balon mu uçursun, billboard mu kiralasın, yok, hiçbir şey yeterince romantik gelmemiş olsa gerek ki sonunda dahiyane bir fikir buluyor: Bakıyor ki sevgilisi uçakla memleketine gidecek, DHMİ’den arkadaşlarıyla anlaşıyor ve genç kızı Erzurum Havaalanı’nda güvenlik kontrolünden geçerken durdurtuyor.
Öyle filmlerdeki gibi peşinden koşarak durdurup önünde diz çökmüyor. Polis bölmesinden yanına gelen nöbetçi müdür tarafından durdurulmasını sağlıyor. Tam çantası cihazdan geçerken “Müdüriyete gitmemiz lazım. Sizinle ilgili bir sıkıntı var” diyerek alıp kızı götürüyorlar. Düşünebiliyor musunuz gerginliği? Ve sürpriiiz! Güllerden kalp, mutlu son.
“Sıkıntı var’ denilince korktum” diyor kızcağız. Tabii ki sıkıntı var, beyefendinin şaka anlayışı yok, romantik olmak deyince de aklına belli ki filmlerinde sevdiği kadınları bir tokatla
Deniz Türkali’nin kitabını kapatıp kenara koydum ve düşündüm: Neydi ‘Hayatımın Yemekleri’ni böyle bir solukta okutan ve hayatımın kitaplarının arasına katan? Çünkü biliyorum ki işimiz bitmedi, daha çok görüşeceğiz kendisiyle...
Ben yemek pişirmeyi de yemek kitabı okumayı da severim, evet. Kitapta Türkali’nin dediği gibi “Yemek yemeyi sevmeyen insanları da hayatıma katarken iki kere düşünürüm, çünkü bu onlara dair pek çok ipucu verir.” Ama bu eseri lezzetli kılan bu da değil. Burada başka bir muhabbet var.
Kitabın arka kapağında Serra Yılmaz’ın yazdıklarını okudum sonra. Hah, tam da bu! “Hani sanki yan komşunuz ‘Gel komşu, kahve yaptım’ dedi ve kahvenizi yudumlayıp tatlı tatlı sohbet ederken arada bir, iki anı ve yemek tarifi alıyorsunuz.”
Ne ölçüler ölçü, ne tarifler tam tarif. Hani vardır ya, ‘aldığı kadar un’ tam o hesap. Tabii ki okuyarak ve onun çok güvendiği hayal gücünüzü yanına katarak Deniz Türkali’nin bir iştah tarif ettiği makarnaları, zeytinyağlıları, ahtapotlu pilavları, pırasa köftelerini siz de yapabilirsiniz. Ama asıl güzel olan, size mutfağa girme ve sevdiğiniz insanlara yemek pişirme isteği verecek olması. Aslında uzun lafın kısası, vadettiği komşu
Pazar sabahı twitter’ın o anda cennet vatanımızda nelerin konuşulduğunu müjdeleyen ‘hashtag’ listesinin en tepesinde akıllara durgunluk verecek bir başlık vardı: “ÜlkemdeSuriyeliİstemiyorum”.
Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriyelilere vatandaşlık hakkı tanınacağına dair açıklamalarının üstüne, vatandaş esmiş köpürmüş. İlginç, en büyük vurgu, vatanlarını bırakıp gitmelerine yapılıyor. “Benim topraklarım ülkesini bırakıp kaçanların vatanı olamaz!” diyen diyene. Başka milletlerin vatanseverliği de bizden soruluyor şükür.
Çünkü insanlar bayılıyor, evlerini, işlerini, okullarını bırakıp yollara düşmeye, sokaklarda yatmaya, çoluk çocuk botlara doluşup deniz ortasında can vermeye. Keyiflerinden geliyorlar.
Hiç mi görmiyorsunuz, sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar, başka bir beklentileri yok, bizim de kendilerine başka bir şey sunabildiğimiz yok zaten. Kabul edelim ki Türkiye her insan evladının bir gün mutlaka yaşamayı hayal edeceği rüya ülke sayılmaz. Hele de yerlerinden yurtlarından edilmiş, işi, evi, hiçbir güvencesi, dayanağı olmayan sığınmacılar için. Kim kendi ülkesinde yaşama imkânı olsa bu koşullara koşa koşa gelir?
Nasıl nefret dolu ifadeler, küçümsemeler,
İyi geliyor sahiden. Batı’da “Aman bize bulaşmasın” diye kapıyı bacayı kapatma eğilimi yükselirken, Damon Albarn gibi bir müzisyenin doğunun sesini dünyaya duyurmaya çalışması insanlığa dair ciddi umut veriyor. Suriye deyince akıllarına kan revan ve deniz ortasında batmış botlar gelen bir dünyaya “Bir de bu var” diyor, “Oranın bir müziği, çok değerli müzisyenleri, uçsuz bucaksız bir kültürü var.”
Sadece Suriye’nin değil kulaklarınızı açarsanız tanımadığınız her ülkenin size kendini anlatacak bir müziği var ve bunlardan bazılarıyla biz tanıştık pazartesi akşamı 23. İstanbul Caz Festivali’nin açılışında. Blur ve Gorillaz’ın beyni Damon Albarn ile şef Issam Rafea yönetimindeki 50 kişilik Suriyeli Müzisyenler Orkestrası bizi aldı, diyar diyar dolaştırdı.
Cezayir, Lübnan, Mali, Moritanya, Senegal, Tunus... Çok farklı ama müzik diliyle sağlam bir ortak paydada buluşan çok iyi müzisyenler.
Tunus asıllı caz ve sufi müzik ustası Mounir Troudi mesela, sesiyle büyüledi hepimizi. Ya da ‘ngoni’ üstadı Malili Bassekou Kouyate... Sonra Noura Mint Seymali; dokuz yaylı arp olarak da bilinen ardine’i ve yine eşsiz bir sesle inletti Açıkhava’yı.
Yanında Arapça hip-hop’un kraliçesi denen Malikah... Daha
Gene çaresizce ekran ve bilgisayar karşısında oturduğumuz bir akşam. Duya duya kanıksadığımız bir cümle dillerde: “Ölü sayısının artmasından endişe ediliyor”. Kaça kadar artarsa endişelerimiz haklı çıkacak,
o belirtilmiyor.
Facebook hal hatır soruyor gene: “Patlama bölgesinde bulunduğun anlaşılıyor,” diyor: “Güvende misin?” Ne diyeceğini bilmiyor insan. Bakıyorum, arkadaşlarım birer birer “güvende” olduklarını bildiriyorlar. Tereddüt ediyorum
elim “Güvendeyim” seçeneğine giderken. “Hayattayım” daha
doğru olurdu belki.
Atatürk Havalimanı’ndaki başına koyacağımız bütün ‘hain, alçak, korkunç, tüyler ürpertici’ sıfatlarıyla beraber zincirleme saldırı, sadece “güvende” olmadığımızı değil, insanlıktan da büsbütün sınıfta kaldığımızı göstermiş oldu.
Daha önce, mesela deprem zamanı kanıtlamadığımız şey değildi, felaketi fırsata çevirebilme yeteneğimiz. Bu kez artık iyice
Turizm sezonu açılamadı ama orman yangını sezonu açıldı, şükür. Antalya gelen giden olmadığı için kan ağlıyor ama insanımızdaki daha fazla otel, işletme, tatil köyü merakında azalma yok. Sanki tesis olmadığı için gelmiyor insanlar. 2014 yılında Adrasan’da 125 hektar orman yanıp kül olmuştu. Üstelik tam da 28 Haziran’da. O zaman da aynı şeyleri söyleyip durmuşuz. Yıllardır imara açılmaya çalışılan Adrasan’da bunun son adım olduğunu. Yetkililer teminat vermiş buraların yeniden ormana dönüştürüleceğine, başka amaçla kullanılamayacağına dair ama o kadar çok yaşadık ki aksini, kimsenin inanası yok.
Her yer imara açıldı
Bodrum’un haline bakın. Olmayacak her yer imara açıldı. Dağ tepe beyaz bir yığın halinde. Çünkü evleri beyaz yapıp pencere kenarlarına da ‘Bodrum mavisi’ şerit çekince, bölgenin dokusuna uyum sağlamış oluyorsun. Yeşil diye bir şeye zaten ihtiyaç yok, duvar dibine begonvil ekersin, neyine yetmez?
Doğal güzelliğini ısrarla koruduğu için sürekli topun ağzında olan Adrasan’da da zaten bir süredir yöre halkı daha önce yanan - yakılan hangi eski ormanlık arazinin kime satıldığını konuşuyordu ki, 2014 büyük yangınının yıldönümünde 150 hektar ormanı daha iyi ettik.
‘Asıl yanan
TÜBİTAK’ımız yepyeni bir işlev kazandı son yıllarda. Projen parlak mı değil mi, dünyada kabul görür mü görmez mi, oraya sunarak anlayabiliyorsun. Baktın ki umursamadılar, uluslararası başarılar yakın, önün açık demektir, buradan devam et.
İlayda Şamilgil vardı daha önce, basınımız onu ‘TÜBİTAK mağduru’ sıfatıyla anar. Bana kalsa mağdur olan TÜBİTAK. İlayda, özel MEF okullarında öğrenciyken sıvılardaki su oranını kolay ve ucuz yoldan ölçen mıknatıslı bir sistem yaratmış ve bu fizik projesiyle TÜBİTAK’ın yarışmasında dereceye giremezken 80 ülkenin katıldığı First Step to Nobel Prize in Physics (Nobel Fizik Ödülüne Doğru İlk Adım) yarışmasında dünya birincisi olmuştu.
Eğitimine ABD’de devam ediyor ve NASA’nın Mars’a giden roketlerle ilgili projesinin ekibine seçildi.
Şimdi yeni bir ‘TÜBİTAK mağduru’ proje başarısıyla daha karşı karşıyayız: Habertürk’ten Pervin Kaplan’ın haberiydi; Antalya TED Koleji’nden 10. sınıf öğrencisi Mehmet Can Dursun ile 11. sınıf öğrencisi İrfan Efe Boztepe, şeker hastalarının iyileşmeyen yaraları için yengeç ve karides kabuklarından yara bandı üretmiş.
Kendinizi koyun yerlerine, daha yaşınız 18 bile değil, yaşıtlarınız genel eğilim olarak whatsapp’ta “inş cnm”
Mahallede kulaktan kulağa dolaşan fısıltılar: Cambaz Rasim dün gece bu dünyadan göç etti. Nasıldı, nedendi, hay Allah, tam da ayaklanmıştı, niye böyle oldu... Ve hemen asıl ‘dünyevi’ meseleye dönüş: Peki şimdi ne olacak?
Cambaz Rasim’in vasiyetiydi, çocuklarını, torunlarını büyüttüğü bahçesine gömülmek. Oğluna yemin ettirmişti, görenler vardı. Bütün mahalleliye de Kuran’a el bastırarak söz verdirmişti, kimse satmayacaktı bahçesini aç gözlü müteahhitlere. Bu meyve ağaçlarının gölgesi daha kaç kuşağı büyütecekti.
Ama işte kendisi artık kalkmayacak gibi göründüğü uykusundayken oğluyla kızı el çabukluğuyla satıvermişlerdi bahçeyi. Beklenmedik şekilde uyanan babalarına çaresizlik içinde bahçeyi satmanın belki de o kadar kötü bir fikir olmayabileceğini gevelerken, hık diye gidivermişti Rasim. Yoksa üzüntüsünden mi ölmüştü?
İkinci Kat’ın, ünü kulaktan kulağa yayılarak büyüyen oyunu ‘Cambazın Cenazesi’ni izleme girişimlerim defalarca bir takım engellere takılmıştı. Nihayet bu hafta mümkün oldu yakalamak. Firuze Engin’in İkinci Kat izleyicilerince belirlenen ‘dönüşüm’ teması, etrafında yazdığı oyunu Berfin Zenderlioğlu meddah ve gölge oyunu geleneklerine yaslanarak sahnelemiş.
Camb