Bir çılgınlık baş gösterdi, herkes birbirini, en çok da ünlüleri, çıkıp sosyal medyadan
15 Temmuz kabusu üzerine fikir beyan etmeye zorluyor.
Instagram’a konulan bütün o dudak büzmeli selfie’lerin, denize uzanmış ojeli ayakların, içilen çay - yenen pasta - pişirilen yemek, okşanan kedi, çayırda hoplayan kuzu fotoğraflarının arasına ülkeye dair bu derece hayati önem taşıyan konuyla ilgili derme çatma birkaç cümle sıkıştırınca bir numaralı vatansever oluyorsun.
Yok, bu konu senin için oralarda harcanmayacak kadar ciddiyse, söyleyeceklerini başka platformlara saklıyorsan, yahut içinden o an cümle kurmak gelmiyorsa üzerine çullanan çullanana. “Hadisene, söylesene, neden susuyorsun? İnsanlar ölmeye gitti, duyarlı olsana” Tabii bunlar temsili olarak buraya yazabildiklerim, siz üzerine, aklınıza gelen gelmeyen bütün küfür, hakaret ve tehditleri ekleyin. Ve hepsinin duyarlılıktan olduğunu varsayın. En duyarlı, en vatansever onlar. Adları sanları belli değil, saklanmışlar sanal kimliklerin arkasına, klavyenin başından bir an kalkıp kapıdan burunlarını uzattılar mı, bilme imkanımız yok ama en kahraman onlar. Şayet bu arkadaşların elindeki duyarlılık cetveline uymuyorsanız,başınıza
"Şu anda dünyanın neresinin güvenli olduğundan yüzde yüz eminsiniz?” sorusuna gözü kapalı kaç ülke sayılabilir, bilemiyorum. Şiddet öyle sınırların içine hapsedilip zaptedilebilen bir şey değil, dolaşım engeli tanımıyor. Adalet Ağaoğlu’nun “Kozalar”ını şimdi Pangar Tiyatro Avignon Festivali’nde oynuyor, keşke bir an önce İstanbul’da görebilsek. O zamana kadar metnini okuyun derim; kapının dışında sandığın şiddetten içine kapanarak nasıl korunamayacağını öyle güzel anlatıyor ki.
Ama anlıyorum, insanlar kendilerince daha güvensiz buldukları yerlere gitmeme hakkına sahip, sonuna kadar. Gezmek için de olsa, daha önceden planlanmış bir sanat etkinliği için de olsa, şu an Türkiye seyahat için cazip olmayabilir.
O yüzden neden Muse ya da Skunk Anansie Türkiye’ye gelmekten son dakikada vazgeçti diye sormuyorum. Belki kendileri için, belki de konsere gelecek kalabalığın güvenliği için endişe etmiş olabilirler. İnsanların zor zamanlardan geçerken dayanışması iyi bir şeydir ama yapamayana da kızılmaz. Üzüntülerini bildirmişler, sevgilerini yollamışlar, “İlk fırsatta görüşme” dileklerini iletmişler. Pekala, bekleriz, biz buradayız.
Ama İzmir’deki konserini iptal ederken bir de yanında “Bugüne
Çok korktuk, evet. Sokaklarda insanlar para çekmek için ATM’lerin, yiyecek stoklamak için büfelerin, evlerine dönebilmek için taksi duraklarının önünde uzun kuyruklar oluştururken yüzlerinde ne olacağını bilmedikleri günlerin endişesi vardı cuma gecesi.
Ellerde koca pet şişelerde sular, kulaklarda telefon, herkes en yakınındaki eşinin dostunun evine sığınıyor. Birlikten kuvvet doğar belki. Böyle zamanlarda yalnızlık zor.
Sonra daha da çok korktuk. Ekranda canlı canlı meclisin bombalanmasını izlerken, biz Bağdat’ı izlemeye alışığız da bombalanırken, Ankara olmaz, olamazdı. Oluyormuş, gördük.
TRT spikeri sesi titreyerek darbe bildirisini silah zoruyla okuduğunu anlatırken, gözümüzün önünde CNN Türk yayını basılıp kesilirken korktuk. Nereye gidiyordu olaylar?
Bir korkunç patlama oldu sonra, bulunduğumuz bina baştan aşağı zangırdadı. Bomba atılıyor sandık, yerlere fırlattık kendimizi. Sağda solda şangır şungur patlayan cam sesleri. Sokaktan gelen silah sesleri. Camiden yarım saatte bir okunan sela sesi.
Bir ara baktım, tanıdığım-tanımadığım komşularım gelmiş, evde cam pencere olmayan bir alana tıkılmışız hep beraber. Bomba değil binayı sarsıp kornişleri yerinden söküp camları
“Film gerçek oldu”. Genellikle hoş tesadüfler için, romantik durumlar ve gerçekleşen hayaller için kullanılan bir ifade. Ama annelik müessesini biraz da fazla acımasız bir yerden tartışan bir film gerçek olunca, o kadar sempatik görünmüyor göze.
Geçen yıl ‘Aç Kalpler’ diye bir film izlemiştik Başka Sinema salonlarında. Tatlı başlayan bir aşk hikayesinin, çiftin bebeklerinin doğumuyla adım adım kabusa dönüşmesini anlatıyordu.
Daha doğumda hastaneye, zorunluluktan ötürü kendisine müdahale etmeye çalışan doktora, anesteziye, ilaca, velhasıl toptan modern tıbba karşı çıkan anne, kendisiyle beraber bebeğini de vegan beslenmeye, giderek de neredeyse açlığa mahkum ediyordu. Bebek büyümüyor, baba çaresiz, babaanne öfkeli, durum da içinden çıkılmazdı.
En çok “Bir annenin bebeği üzerindeki hakkı nerede başlar, nerede biter?” diye düşündürüyordu film sonunda. Çünkü o malum ve kutsal “Bebek annenindir” inanışı “Anadır, çocuğunu ölüme mahkum etse de hakkıdır”a varıyordu ve çaresiz kalan baba ile babaanne vahşi yollara başvurmak zorunda kalıyordu.
Milano’daki bebek olayı
Bu hafta bir haber okuduk, Milano’da mahkeme vegan beslenerek büyütülmeye çalışılan bir bebek anne ve babasından almış. İddiaya
Tüketim ile paralel artan bir şey, ‘sadeleşme’ arzusu. Hani sanki birileri gırtlağımıza basıyormuş gibi -ki bastıkları da söylenebilir aslında- ihtiyacımız var mı yok mu düşünmeden satın alıyoruz, alıyoruz, sonunda bir bakıyoruz evde biz değil eşyalar yaşıyor. Bize araya bir yerlere sıkışmak ve de kredi kartı taksitlerini ödemek düşüyor. Bunun adını da hayat zannediyoruz.
Ya da çok geç olmadan yaşamanın bu olmadığını fark edip ‘sadeleşmenin’, çula çaputa değil daha sahici şeylere bağlanmanın yollarını arıyoruz. Dilara Erdem Gökhan Pişkin çifti gibi.
Onlarla bu hafta instagram’da tanıştık. “Sadeleşiyoruz” diye bir hesap açmışlardı. “Biz, daha az şeye sahip olarak daha sade bir hayat yaşamaya karar verdik” diyorlardı. Nasıl yapacaklardı bunu? Alıp çok az kullandıkları, hatta belki hiç kullanmadıkları eşyaları instagram hesabından satarak.
Göz açıp kapayıncaya kadar elden ele yayılan, facebook sayfası bir gün içinde 60 bin kişi tarafından ziyaret edilen kampanya, şu anda “Biz de sadeleşebiliyor muyuz?” diyen sayısız insana ulaşmış durumda.
Dilara Erdem hiç tahmin etmedikleri bu ilgiye çok şaşırdıklarını anlatıyor. Kendilerinden beklenti yüksek ama aslında bu hâlâ hayalleri
Nedir bu heykel sanatının yurdum insanıyla imtihanı, anlamak mümkün değil! Her yeni güne bir heykele verilen zarar haberiyle başlıyoruz. Bitmeyen bir “Siz yapın, biz yıkalım”, “Siz restore edin, biz kıralım”, “Siz temizleyin, biz üzerine boya atalım” döngüsü...
Bursa’nın Nilüfer ilçesinde düzenlenen Uluslararası Kuzgun Acar Heykel Sempozyumu’nda Vietnamlı Van Hoang Huynh’un yaptığı zavallı heykelin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi, malum. Adı ‘Özgür Olmak’ olduğu için mi göze batıyor, “Ne bu efendim, özgürlük ahlaksızlık demek mi?” gibi düşünceler mi uyandırıyor, ne oluyor da göze müstehcen görünüyor, ne geçiyor zihinlerden, tahmin edemiyoruz ki... Bildiğimiz, beğen-miyor, onu yok etme hakkını görüyor kendisinde ve önce siyah boyayla sıvıyor üzerini. Baktı mesaj alınmadı, heykel temizlendi, bu sefer mavi boya atıyor ki daha anlaşılır olsun.
Daha önce yazılı olarak “Edep ya hu!” emri almış heykel de gördük, herhalde sırada bu var.
Nilüfer’deki Kuzgun Acar Sempozyumu zaten dertli bir etkinlik. Ukraynalı heykeltıraş Gutyrya Vyacheslav’ın armağan ettiği ‘Adem ile Havva’ heykeli de müstehcen bulunmuştu zamanında.
İzmir’de metro istasyonundaki ‘Müzisyen’ heykeli sonra...
Orman yangını olur; “Çok şükür can kaybı yok” der, ağaçları, kuşları, sincapları, böcekleri yok sayarız. Denizleri lağım çukuruna çevirir, içinde yok olan yüzlerce türe değil, kendi boğazımızdan geçecek balığın azalmasını mesele ederiz.
Dünyayı bir devasa savaş meydanıymış gibi hor kullanır, kendimizle beraber başka canlıları da cehenneme mahkum ederiz, umrumuzda olmaz. İnsanlar ölürken hayvanların lafı mı olur, öyle değil mi?
Birisi de çıkar mesela, bombaların, kurşunların arasında hayatta kalmaya çalışan kedileri, köpekleri kurtarmaya çalışır, ona da destek değil köstek oluruz. Sur’dan, Cizre’den, Yüksekova’dan yaralı, sakat, çaresiz hayvanları toplayıp İstanbul’a getiren Kadıköy Belediyesi hayvan gönüllüsü Zuhal Arslan’ı televizyonda görüp çok etkilenmiştim daha önce. Bu hafta sonu Cumhuriyet’ten Hilal Köse’ye anlatmış hikayesini.
Defalarca pet nakil aracı göndermiş Zuhal Arslan çatışmalı bölgelere. Bacakları kopmuş, gözleri çıkmış, yaralı bereli, insanların savaşının ‘gazi’si kedi ve köpekleri toplatmış. Sosyal medyadan yardım çağrısında bulunmuş sonra. HAYTAP önayak olmuş, bazı klinikler bedava tedaviye talip olmuş, insanlar masrafları paylaşmak için seferber olmuş. Yurtdışından
Kıbrıs’ta bir süredir bir sivil hareket başladı, bizde de büyük heyecanla takip ediliyor: Beleşe Deniz / Plajlar Halkındır direnişi. Neye direniyorlar? Plajlara ücret ödemeye. Yani aslında anayasa tarafında kendilerine tanınmış hakkı kullanmaya çalışıyorlar.
Ama tahmin edileceği gibi bu kolay olmuyor. Acapulco Plajı’na ilk serbest giriş denemeleri güvenlik görevlilerine tosluyor. Derhal sosyal medya sayfasından haberleşip örgütlenmeye başlıyorlar.
Anayasanın ilgili maddeleri konuyor sayfaya, zorlukla karşılaşıldığında aranacak polis telefonları da ekleniyor ve halk harekete katılmaya çağrılıyor. “Kıyıların 100 metrelik şeridi içinde sadece devlete ait, çok gerekli ve kamu yararına olan tesisler kurulabilir. Yurttaşların plajlara girmesi kimse tarafından engellenemez. Yurttaşlardan herhangi bir ad ve koşul altında ücret talep edilemez” maddeleri ışığında Beleşe Deniz hareketi büyüyor.
Farklı plajlarda devam ediyor
En son ellerinde şemsiyeleri, sandalyeleri, buzlukları, anayasa sayfaları ve kameralarıyla Acapulco sınırlarına dayanan halkın nasıl kibarca buyur edildiğini hep beraber izledik. Hareket farklı plajlarda devam etmekte ve dediğim gibi Türkiye’den de ilgiyle izlenmekte. Her bir