Hep düşünürüm, bir memleketi anlamak için tarihçilerine değil şarkı yazarlarına kulak vermek daha sahici bir fikir verebilir size. Tabii anlatıp anlatacağı aşık ile maşuktan ibaret olan şarkılardan söz etmiyorum, ki aslında onlar da bir gidişatın habercisidir, o ayrı. Ama bir de bulunduğu güne belge düşen şarkılar var ki, sırf onların izinden giderek bir memleketin tarihi yazılabilir. Nitekim yazılmış da.
Ağaçkakan Yayınları’nın Vikipedi ve Google çağında okuru doğru bilgiye kısa yoldan ulaştırmayı amaçlayarak son derece hayırlı bir iş yapan Hazır Bilgi serisinden sıcak sıcak önümüze geldi: Murat Meriç’ten ‘100 Şarkıda Memleket Tarihi’.
Okulda en uzak durduğu ders tarihken bugün ‘tarihçi’ olarak anılmasını kaderin bir cilvesi değil, müfredatımızın bir sonucu olarak kabul etmemiz gereken Murat Meriç, yıllardır özel ilgi alanı olan ‘belgesel plakları’, yani dünyada ve memlekette olan bitenler üzerine yazılmış şarkıları taramış ve ortaya 100 şarkılık bir seçki çıkarmış.
Oturmuş onları bir güzel sınıflara ayırmış ve kronolojik olarak hikayelerini anlatarak sıralamış.
Neşeden çok hüzün
Olaylar, henüz bir milli marşımız yokken Reşadiye harp gemisinin kızaktan indirilmesi töreninde bulunmak
İşte bu yüzden hayvanat bahçesi diye bir şeyin olmaması gerekiyor. Siz dünya güzeli hayvanları doğal yaşam alanlarından koparıp hapsedeceksiniz. Kafesin ne kadar geniş, ‘vahşi doğa’ya ne kadar benzer olduğunun önemi yok, hapis hayatı o.
Ondan sonra kendi yavrularınıza “Bak evladım, dünyada bir de bunlar yaşıyor” diye göstermek için gezintiler düzenleyeceksiniz o hapishanelere. Bir de sahip çıkamayacaksınız çocuğunuza üstelik, gorilin kafesine düşecek gözünüzün önünde. Ve olan o güzelim gorile olacak. Çocuğa zarar verirse diye hayvancağızı vurup öldüreceksiniz.
Fotoğraflar içler acısı, Haranbe adlı dişi goril muhtemelen çocuğu suya kapılmaktan kurtarmak istiyor sadece. Zaten doğada özellikle dişi hayvanlar başka türlerin yavrularına karşı da şefkatli, insan gibi acımasız değil. Avladığı maymunun yavrusu olduğunu görünce bir ağlamadığı kalan, sonra o yavruya sahip çıkan leopar, yine avının hamile olduğunu fark edince karnındaki yavru ceylanı kurtarmaya çalışan kaplan, düşmanı kabul edilen türün bebeğini emziren hayvan videolarını görmüşsünüzdür.
Ama bütün canlıları kendisi gibi tehlikeli kabul eden insan tarafından öldürüldü işte o goril. Şimdi buna tepki gösterenlerle “Ama
Yıl 1980’miş, ben ülkedeki karanlığın farkında olacak yaşta değilim pek, koşa koşa sinemaya gitmenin derdindeyim. Çünkü Erol Evgin’in ‘Renkli Dünya’sı var! Gülşen Bubikoğlu’yla birlikte oynadıkları müzikal film.
Levent’teki Melodi sinemasında gördüğümü hatırlıyorum filmi. Nasıl bir rüya kadro... Ve nasıl güzel şarkılar!
Ben zaten o dönemin her küçük kız çocuğu gibi ‘Sevdan Olmasa’ları, ‘İşte Öyle Bir Şey’leri, ‘Bir de Bana Sor’ları söyleyen, gözlerinin içi gülen adamı ekrana yapışarak izlemişim doğduğumdan beri. Şimdi bir de duvardan duvara uçuyor, bir tekmede adamları deviriyor, süper kahraman değilse ne?
Sonra biz her bayramda televizyonda ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı izledik birkaç güne bölünmüş olarak. Erol Evgin, Nevra Serezli’nin gözlerine bakarak “Hep Böyle Kal” diyordu, nasıl olur da insan hep ‘öyle’ kalır, düşünüyorduk.
Yıllar geçti, ben Erol Evgin şarkılarını hep sevdim ve eğer bu şarkılar bacak kadar çocuktan yaşını başını almış teyzelere herkese hep bir şey diyorsa, bunun bir nedeni olduğunu anladım: Çiğdem Talu - Melih Kibar farkı o. Tabii ki Evgin’le tamamlanan bir fark.
Yıl 2016 olmuş. O şarkılar 40 yaşını geçmiş, biz Polonezköy’deki evinde Evgin’le karşılıklı
Olmuyor değil mi demek ki, kadın yolcuya ‘bayan yanı’ koltuk açmakla olmuyor. Yanına erkek yolcu oturtmamakla olmuyor.
Neredeyse “Pembe otobüs istiyoruz, insanlık onuruna aykırı muamele görüyoruz” diyenlere hak verecek insan.
Ama Metro Turizm’de yaşanan artık akıl - hayal sınırlarını, rahatlık - pişkinlik sınırlarını kat kat aşan aleni taciz olayı, kadınları korumak için erkeklerle aynı toplu taşıma aracına bindirmemenin bile bir işe yaramayacağını gösterdi.
Personelden biri de pekala kendi deyişiyle ‘şeytana uyabiliyor’.
Şoföründen muavinine
otobüs nüfusunun tamamı kadın olursa, belki bir parça güvenlik tesis edilebilir.
Bu sefer de, gece yolculuğu söz konusu olduğunda “O saatte bir kadının sokakta ne işi var?” parametresi devreye girecek. Sonra bunun molası var, benzini var, bir ihtiyaç olsa marketi
Bir kitap kapağını kapattığınızda; sizde geride yeni bir başlangıç yapmak, başka bir hayat kurmak, hiç değilse acilinden yola çıkmak isteği bırakmışsa, onun kıymetini bilmek gerek bence.
Yok, o çok satan yaşam koçluğu, kendine yardım, kişisel gelişim kitaplarını falan yavaşça yere bırakın. Tabii ki birtakım hap taktiklerle hayatınıza ‘pozitif’ enerji katmaya çalışan eserlerden söz etmiyorum.
Hiç o niyetle yazılmamış, hatta hiçbir özel ‘niyetle’ yazılmamış - olsa olsa telif ücretinin Gümüşlükspor’a gidecek olması etkili olmuştur; bir kitap bu. Nejat İşler’in, çoğu dergiler için yazılmış, ama bir araya gelince de bir hayat hikayesinin köşe taşlarını oluşturan yazılarının toplandığı kitap. Can Yayınları’ndan çıktı. ‘Gerçek Hesap Bu!’ gibi bir adı var ki, o da pek uygun olmuş. ‘Hayatı da mesleği de sallanmadan yaşayamayan’ bir adamın hikayeleri.
Anne - babası Samanyolu’ndan esinlenip Nejat koymak isterken, dedesinin önce davranıp nüfusa kandillerde okunan mevlidin adı olan Necat şeklinde kaydettirdiği adından başlayarak, ilk hastalığı olan kuşpalazını, çocukluğunun sahurlarını, kendisini reddeden ilk aşkına yazdığı şiirleri, evde kesekağıdı üretiminden ofisboyluğa uzanan iş
Bazı küçücük hareketler, edilen tonlarca sözden daha etkili olabiliyor. Mesela biz her gün “Çocuktan gelin olmaz” diye feryat ediyoruz hep bir ağızdan, ama ısrarla küçücük kızlar telli duvaklı gelin edilip duruyor. Aileler onay veriyor, mahkemeler yaş büyütüyor, bir punduna getiriliyor, illa evcilik çağında evlilik yapmaya zorlanıyor çocuklar. Bizim köşelerimizden ortaya attığımız sözler ulaşmıyor yani doğru yere.
Ama mesela Van Yaşam Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi (YAKA-KOOP) gibi bir oluşum çıkıp da kuaförleri ve berber salonlarını dolaştığında, 18 yaşından küçük çocuklara gelin başı ve damat tıraşı yapmama sözü aldıklarında, dükkânlarına da bunu belirten kâğıtlar astırdıklarında bu somut bir adım oluyor. Birileri, hem de bu ‘düğün’ adı altındaki maskaralığın temel parçalarından olan birileri, “Bir dakika, burada bir yanlış var. Ben buna alet olmayacağım artık” demiş oluyor.
Mesele birtakım oturduğu yerden ahkâm kesen ‘tuzu kuru’ insanların değil, bizzat o yörenin, o kentin, o kasabanın meselesi haline geliyor.
Şimdi sırada gelinlikçiler ve düğün salonları var. Küçücük kızların süslenip püslenip hediye paketi gibi sunulduğu ayinin diğer ayakları. Sabancı Vakfı hibe
Hayatın bir halinin kapıda, o önlükleri üzerinize giydiğiniz yerde bırakıldığı yerdir, yoğun bakım. Patronunuzla sürtüşmeniz, beklediğiniz telefon, ödenmemiş faturalar ve sevgilinizle kavganız ancak o girenin bileceği koku burnunuza çarptığı anda dışarıda kalır. Kolonyanı alıp hasta ziyaretine gitmeye benzemez, gerçek hayatın tokadına hazır olmanız gerekir. Zaman durur aslında bir anlamda ve o ‘an’a hapsolursunuz.
Özen Yula’nın yazıp sahneye koyduğu, İstanbul Tiyatro Festivali ile orta yapım olarak hayata geçirdiği ‘An’ı izlemeye Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’ne giderken, bir tiyatro oyunu insanı ne kadar koparabilir hayattan da kendi zamanına bağlayabilir, tahmin etmiyordum.
Kadıköy Şifa Hastanesi bir yoğun bakım ünitesi kurmuştu bunu biliyordum, seyirci de içeride 60 - 70 dakikalık bir zaman kesitine tanık olacaktı, bir de bunu. Eninde sonunda bir ‘oyun’du.
Başka bir dünya
Ama kapının önünde duran ambulanstan basamaklarda sigara içerek içerideki annesinden haber bekleyen ‘oyuncu’ya kadar her şey daha adımımızı atarken başka bir dünyaya geçmemizi sağlıyordu. Nasıl oldu anlamadan önlüğümü giymiş, diğer ‘seyircilerle’ birlikte yataklardaki hastaların kaderlerine tanıklık ederken buldum
Takvimler 2 Eylül 2015’i gösteriyordu, bu dünya görüp görebileceği en büyük utanç tablolarından biriyle yüz yüze geldi: Ege sahilinde kumlara yüzükoyun uzanmış kırmızı tişörtlü küçücük bir çocuk. Suriye’den kaçmaya çalışan Kurdi ailesinin oğlu Aylan. 3 yaşındaydı. Hep öyle kalacak.
Aynı günlerde Cizre’de bir kız çocuğu oyun oynarken vuruldu. Büyüklerin savaşının ‘hedef gözetmeyen’ kurşunları geldi onu evinin önünde buldu. Sokağa çıkma yasağı vardı, ölen kızının bedenini üç gün buzlukta bekletti annesi. Cemile Çağırga 10 yaşındaydı. Hep öyle kalacak.
2014 yılının temmuz ayıydı, Gazze’deki El Şati mülteci kampında da çocuklar oynuyordu. Evinden yurdundan edilmiş çocuklar da oynar çünkü. Ve büyüklerin savaşında bombalar da ‘hedef gözetmez’. Sekiz çocuk öldü o gün Gazze’de. Parkta oynayan sekiz çocuk. Cemal Salih I’lyan’dı biri. 8 yaşındaydı. Hep öyle kalacak.
2015’in 10 Ekim’iydi, bombaların ‘hedefi’ barışın ta kendisiydi bu kez. Ankara’da barış yürüyüşü başlayamadan paramparça olup dağılırken, babasının elinden tutup getirdiği Veysel Atılgan’ın fotoğraflarda gülerek bakan kocaman yeşil gözleri de belleğimize kazınıyordu. 9 yaşındaydı Veysel. Hep öyle kalacak.
Bir hayat vardı Aylan’ın,