Bu yazıyı Brüksel’de oynanacak 2023 CEV Avrupa Voleybol Şampiyonası final maçından önce yazıyorum. Dolayısıyla şu anda bildiğim, A Milli Kadın Voleybol Takımımızın yeni antrenörü Daniele Santarelli ile müthiş bir çıkış yakalayarak 14 maçtır hiç yenilmediği, en son yarı finalde İtalya’yı 3-2 mağlup ederek finale yükseldiği, yüzümüzü defalarca güldürdüğü. Umarım şu anda daha fazlasından söz ediyoruzdur. Ama tek cümleyle özetlersem, A Milli Kadın Voleybol Takımı epeydir ülkemizin başına gelen en büyük güzelliklerden biri. Birlikte üzülüp birlikte sevinecek ortak paydalar bulmak çok zorlaştı bu devirde. Halbuki bir insan topluluğunun yan yana durmasını sağlayan başka nedir? Burada hep beraber heyecanlanıyoruz, kalbimiz onlarla birlikte atıyor, hevesleniyoruz, hayal kırıklığına uğramıyoruz, her maçta pırıl pırıl bir takım izliyoruz, daha ne? Teşekkür edelim bütün bunlar için, değil mi?
Ama illa bir ‘daha’sı var. Ortada bir kadın takımı, bir kadın sporcu varsa mutlaka spordan başka
Çok hazin değil mi, hayattayken her biri sizin yakınınız olan insanların siz öldükten sonra yine sizin üzerinizden birbirine girmesi? Miras meselesi zaten her zaman dert, bir de ünlü biriyseniz, hayatınızı kim anlatacak diye bir mevzu çıkıyor ortaya. Diyelim sizi konu alan bir film yapacak birileri, kimden izin almalılar? Kimin daha fazla söz hakkı var sizin hayatınız üzerinde? Anılarınızı anlatmak kimin tekelinde?
Örnekleri çok, biyografik filmlerin yükselişe geçtiği son dönemde. Polemik bu işin şanında var. “Garip Bülbül Neşet Ertaş” örneğinde olduğu gibi ailenin topluca karşı çıktığı, “Bizden izin alınmadan yapıldı” dediği durumlarda iş filmin gösteriminin engellenmesine kadar gidebiliyor.
Şu sıralar gündeme gelen “Cem Karaca’nın Gözyaşları”nda ise “Benden izin alınmadı” diye filmin çekimlerinin durdurulması için mahkemeye başvuran Karaca’nın beşinci ve son eşi İlkim Karaca. Ondan izin alınmadan senaryosu yazılan ve çekilmeye başlanan bir filmi “müvekkilinin
Yaş 35’in yolun yarısı ettiğini epeydir kabul etmiyor - etmek istemiyoruz. En son “60’lar eski 40’lar”a kadar geldi iş ki ne güzel, ne itirazımız olabilir? Ama yine de pek çok insanın 35’te bir dönüp kendisine, hayatına, o güne kadar aldığı yola bakası geliyor ve muhtemelen “Olanlar olacakların teminatı” deyip bir yol ayrımına geliyor. Birinci yol “Bugüne kadar nasıl yaşadıysam o minvalde devam edecek hayat” demek, ikincisi de “Başka bir gelecek mümkün mü?” deyip değiştirmeye niyet etmek. Eğer bir yaz dönümü gecesinde mitolojideki gibi karşınıza ilk çıkana âşık olursanız, bu yol ayrımı kaçınılmaz oluyor tabii. Helena ile Bob gibi.
Bu iki insan kayıt üstünde tek ortak yönleri yaşları olan - evet tabii ki 35 - bir kadın ve bir erkek. Helena boşanma avukatı, kuralları, çerçeveleri olan bir ‘adalet’ insanı, Bob ise yasadışı işlere bulaşmış, ‘kanunsuz’ bir kişi. Yılın en kısa gecesinde, yaz dönümünde, dışarıda deli gibi yağmur yağarken bir barda tanışacaklar. Sonrasını
İçimi cız ettiren veda ilanlarından biri daha: Taksim’in yeni çehresinde hayli ayrıksı duran ama benim için hala lise yıllarıma dayanan bir alışkanlık olan Gezi Pastanesi. Patisserie Gezi olarak 1987’de kapılarını açmış, bu hafta da Gezi İstanbul adıyla devam eden serüvenine son noktayı koydu. Bunu da cephesine astığı siyah bir perdeyle duyurdu: “1987-2023”. Bu kadar. Ölüm ilanı gibi. O aradaki çizgide bir zamandır olmayan terasında edilen sabah kahvaltıları, akşamüstü kahveleri, AKM konserleri, opera, oyun çıkışı buluşmaları, nice röportajlar, nice sohbetler var.
Sosyal medyalarından bir açıklamayla duyurdular vedanın sebeplerini. Kuruluş amaçlarını “Opera Cafe’si olmak” olarak niteliyorlardı, “Entelektüellerin buluşma, söyleşme mekânıydı”, önünde ve yanında bulunan bahçesinden “kültürün, müziğin, sanatın terası” olarak “nice müzisyenler, balerinler, baletler, yazarlar, çizerler” geçmişti. 2001 yılında bayrağı devraldıktan sonra pasta ve
Genel olarak ‘yaz dizilerine’ dair önyargım var. Neden havalar ısınınca insanların zekâlarının da eksildiği varsayımından hareket edildiğini anlamıyorum, romantik olmadıkları gibi komik hiç değiller genelde. Aralarında karşı konulmaz bir kimya olan, çarpıştıkça birbirlerine kilitlenen fakat anaokulunda oldukları için ilgilerini diğerinin saçını çekerek belli eden genç kadınlar ve genç – kaslı erkekler izliyoruz yaz dizilerinde. Tabii ki hepsi de bir tatil beldemizde çekiliyor ki hayatta erişemediğimiz deniz ve güneş ekrandan içimizi açsın.
Eğer siz de bu haklı önyargılara sahipseniz hemen bir şans vermenizi önereceğim bir dizi var: Kanal D’de yayınlanan “Dönence”. Foça’da çekiliyor, ana karakterleri gençler, fakat bir farkı var, bunlar hayatla ilgili gerçek meseleleri olan gençler. Üniversite sınavının sonucunu bekleyen Gece’nin (Sümeyye Aydoğan) hayatı ailesinin pek de ona sormadan aldığı kararla bir anda değişiyor. Aslında bu kararı annesi Verda (Didem İnselel) kimseye sormadan
Bir insanın iç dünyasının saflığı, zenginliği, güzelliği yaptığı her işe, hayatına dokunduğu herkese böylesine yansır mı? Geçen yıl bu zamanlardı, Civan Canova’yı uğurladığımızda. 20 Ağustos 2022. Ne kadar erkendi, daha 67 yaşındaydı. Ama bir yandan da sanki çok da uzun zamanı olmadığını bilir gibi delice bir hızla yazmış, çizmiş, soluksuz bir üretim içinde geçirmişti yıllarını. Sahnede, perdede hayat verdiği rolleri saymıyorum bile.
Ara sıra döner bakarım yazdıklarına, çizdiklerine. Çok özenli bir web sitesi vardı, yazdığı birbirinden değerli oyunlar bir yana, müthiş bir açık sözlülükle kendini anlattığı yazıları vardı orada. Bütün hayatını, gördüklerini, düşündüklerini, sevdiklerini yazıya dökmüştü. Günlük gibi. Bir zaman sonra da tuvallere dökmeye başladı hepsini. Aslında çocukluğundan beri yapıyordu resim ama o zamanlar yaptıklarını beğenmiyor, bitirince parçalayıp atıyordu. Uzun bir ara verdi sonra çizmeye, boyamaya. Oyunculukla, oyun yazarlığıyla geçen yılların
Sadece Türkiye’de değil dünyada da eşi benzeri olduğunu sanmadığım bir gazete macerası var. Hayret ve hayranlık verici bir macera. Böyle bir söz söyleme inadı, böyle bir mücadele gücü ve beceri görülmemiştir. Bir kere sermayeleri var mı? Yok. İçlerinden birinin (Sabahattin Ali) ortaya koyabileceği bir 1000 lirası var (yıl 1946) bir de güçlü kalemleri, daha da güçlü yürekleri. Karşılarına çıkan engeller ise daha en temel adımlarda başlıyor. Matbaa gazeteyi basmıyor mesela. Ya da dağıtımcı dağıtmıyor. En sonunda tehditler, baskılar ve hapis cezaları başlıyor. “Muharrirleri nezaret altına alınmadığı ve hapse girmediği zamanlarda çıkar” ibaresiyle gene çıkarıyorlar gazeteyi. Kapatılıyor, isim değiştirip Merhum Paşa oluyorlar. Gene kapanıyor, Malum Paşa oluyorlar. Yedi Sekiz Hasan Paşa’dan Ali Baba ve Kırk Haramilere varana kadar yedi isim, sekiz sahip, 10 yazı işleri müdürü, dokuz matbaa, 10 adres değiştirerek 77 sayı çıkan bir ‘gülmece’ gazetesi bu.
Markopaşa’nın her aşamasında insanı şaşkınlığa
Gün geçmiyor ki boşandığı kocası tarafından ‘güpegündüz’, ‘sokak ortasında’ öldürülen bir kadın haberine daha rastlamayalım. Ve bu cinayetin arkasında katile karşı alınmış bir uzaklaştırma kararı olmasın.
Tek tırnak içine aldığım ifadeler genellikle medyada bu tür haberler yapılırken altı çizilen unsurlar. Çünkü bir cinayetin gün ışığında işlenmesi şaşırtıcı, sokak ortasında olması iki kere şaşırtıcı. Halbuki bu aynı zamanda katilin ne kadar kararlı olduğunu, hiçbir şeyden korkusu olmadığını gösteriyor. Büyük olasılıkla korkmadıkları arasında ağır bir ceza alma ihtimali de var, çünkü hala geçerliliğini koruyan “başka erkeklerle görüştüğünü öğrendim” gibi bahanelere sığınabileceğini biliyor.
Üçüncü unsur olan ‘uzaklaştırma kararına’ gelince, bu da ‘kurbanın’ başına geleceği önceden bildiğini, hayatını korumak için mücadele ettiğini, resmi mercilere şikâyette bulunduğunu, yani cinayetin göz göre