Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Abdi İpekçi 24 yaşında başına geçtiği Milliyet’i baştan yaratmış; dürüst, tarafsız, ilkeli gazeteciliğin adı olmuştu. Onu hain bir saldırıya kurban vermemizin üstünden tam 36 yıl geçti...

Bütün lise hayatını gazeteci olma hayaliyle geçirmiş bir delikanlı. Sonunda amcası elinden tutup Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın karşısına çıkarıyor yeğenini. “Bak” diyor, “Benim yeğenim. Galatasaray mezunu, hukuk öğrencisi ama kafasına koymuş, gazeteci olmak istiyor. Sana teslim ediyorum.”

Haberin Devamı

Vatan gazetesine girerek hayatının sevincini yaşayan delikanlıyı, 15 gün sonra büyük bir hayal kırıklığı bekliyor.
“Bu çocuktan gazeteci olmaz” diyor Yalman; “Siz bunu tüccar yapın.”

Ve son derece yanlış bir karar vermiş oluyor. Çünkü karşısındaki delikanlı, Türkiye’de gazeteci denince akla gelen ilk birkaç isimden biri olacak. Hem de çok kısa bir süre sonra...

Sene 1949. O delikanlı da 20 yaşındaki Abdi İpekçi. Neredeyse doğar doğmaz tanıştığı acılardan okumaya yazmaya sığınarak büyüyen, hedefini daha çok küçük yaşta belirleyen ve kısacık yaşamında o yolda çığır açan
bir gazeteci...

Önce kalemi vuruldu, sonra kalbi

10 yaşındayken içinden Daily Telegraph geçen bir roman yazmıştı

Vesime ve Cevdet İpekçi çiftinin altıncı çocuğu Abdi İpekçi, 9 Ağustos 1929’da İstanbul Maçka Palas’taki evde dünyaya geldi. Üç ablası, iki abisi vardı; Nükhet, Eymen, Hayat, Mehmet ve Osman. Talihsiz bir ortama doğmuştu çünkü iki ablası da vereme yakalanmıştı ve bebeğin hastalıktan nasıl korunacağı meselesi büyük bir dertti. Küçük Abdi iki yaşındayken, İpekçi ailesi 20’sindeki Nükhet’in kaybıyla sarsıldı. Bu korkuyla da oğullarını anaokuluna yazdırdılar. Abdi İpekçi’nin dergilerle, kitaplarla ilişkisi daha okuma yazma öğrenmeden başladı. Harçlıklarını resimlerine baktığı dergilere yatırıyordu. İlkokul dörde giderken ilk roman denemesini yazmaya koyuldu: Daily Telegraph gazetesinin düzenlediği bir otomobil yarışına katılan Türk mühendisle oğlunun maceralarını anlatan “Kara Yarışı”. Evet, 10 yaşında bir çocuk ve içinden Daily Telegraph gazetesi geçen romanı.

Haberin Devamı

1940’ta Galatarasay Lisesi’ne başladı. Ama diğer ablası Eymen’i de kaybettikleri için acılı ve yalnız bir başlangıç oldu bu. Evdeki hüznün ağırlığından uzakta, Galatasaray Lisesi’nde adeta kendisine yeni bir aile kurmuştu ki korkunç bir haber daha geldi evden: Tıp fakültesinde okuyan küçük abisi Osman’ı böbrek sancılarıyla kaldırdıkları hastanede kanamadan yitirmişlerdi. Üstelik
bunu da üç çocuğunun acısını daha fazla taşıyamayan Vesime Hanım’ın vakitsiz ölümü izledi.

Abdi İpekçi’nin yazıya çiziye tutunmaktan başka çaresi yoktu. Liseyi bitirdiği sene ona babasının işlerini ortak olarak yürütmelerini öneren abisi Mehmet’e ilk kez karşı geldi: Onun geleceği gazetecilikteydi. Kardeşinin isteğine saygı duyan Mehmet İpekçi, amcası Fahir İpekçi’den, o da Ahmet Emin Yalman’dan yardım istedi. “Başarısızlıkla” sonuçlanarak delikanlıyı daha da kamçılayacak 15 günlük Vatan macerası böyle başladı.

Yüzü Batı’ya dönük, kafası planlarla doluydu

Abdi İpekçi bu kez arkadaşı İzzet Sedes’e açtı derdini. Yeni Sabah gazetesinin yazı işleri müdürü Murat Sertoğlu, Sedes’in eniştesiydi çünkü. İki gün sonra bu tutkulu delikanlı Yeni Sabah’ın Beyoğlu muhabiriydi. Oradan Yeni İstanbul gazetesine geçti. O kadar parlak bir genç gazeteciydi ki burada birlikte çalıştığı haber müdürü Mithat Perin, Babıali’nin kalıpları dışında,
Batılı bir gazete olarak tasarlanan İstanbul Ekspres’i kurarken ilk onu aldı işe. Hem de yazı işleri müdürü olarak.

Haberin Devamı

Bu arada özel hayatında da değişiklikler oluyordu. Büyükada’da bir partide tanıştığı Esin Dölen’le nişanlanmıştı. Bu ilişki üç yıl sürdü.
Abdi İpekçi yedek subay çevirmen olarak Kore’ye doğru yola çıkarken yüzük parmağı boştu artık. Ama kalbi doluydu: Yedi yıl sonra nikah masasına oturacağı Sibel Dilber ile.

O Kore’de çevirmenlik yapadursun, İstanbul’da tam anlamıyla kader ağlarını örüyor, Ali Naci Karacan’ın satın aldığı Milliyet bir atılıma hazırlanıyordu. Ali Naci ve oğlu Ercüment Karacan, yönetici arayışındaydılar. Önce Altemur Kılıç’ı aradılar. Amerika’ya gideceği için görevi kabul etmeyen Kılıç, iki isim önerdi Karacan’lara: Osman Karaca ve Abdi İpekçi. İstanbul Ekspres’ten ayrılmak istemeyen Karaca bizzat iletti Kore’den dönen İpekçi’ye Milliyet’ten gelen öneriyi. Ve birlikte Molla Fenari Sokak’taki gazete binasının yolunu tuttular... Abdi İpekçi tam 25 yıl boyunca ikinci evi olacak, 1979’un uğursuz bir şubat gününde kırmızı bayrağa sarılı olarak veda edeceği binaya adımını
atmış oldu.

Yaşam çizgisini Milliyet’ten ayırmak mümkün değildi

24 yaşındaydı, heyecanlıydı, yüzü Batı’ya dönük, kafası planlarla doluydu: Dinamik bir gazete olmalıydı... Geniş kitlelere seslenmeliydi... Hem siyasi haberleri hem ekonomik haberleri verebilmeli, magazin ve sporu da doyurucu olmalıydı... Dış olaylarıda çok iyi izlemeliydi... Sıcak bir anlatım dili olmalı, güzel ve çarpıcı fotoğraf kullanmayı ihmal etmemeli, kadın okuyuculara yönelik ekler hazırlamalıydı...

Baba-oğul Karacan’lar ikna olmuştu. Gazeteyi 1 Ekim 1954’te hazır istiyorlardı. Nitekim tam gününde, Babıali,
24 yaşındaki bir gazetecinin yarattığı gazeteyle uyanıyordu güne. Milliyet günden güne güçlenir, ülke gündeminde söz sahibi olurken, Abdi İpekçi de rahat bir nefes alabilir, başına gelen güzelliklerin tadına varabilirdi: 19 Ocak 1956’da Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde Abdi İpekçi ile Sibel Dilber evlendiler. İki çocukları oldu: Nükhet ve Sedat İpekçi.

Kızı Nükhet İpekçi’nin ifade ettiği gibi, iki “derin” ailesi vardı Abdi İpekçi’nin: Galatasaray Lisesi ve Milliyet gazetesi. 24’ünden itibaren yaşam çizgisini Milliyet’ten ayırmak mümkün değildi. Bu ömrünün tam yarısını doğru ve tarafsız haberciliğe, ilkeli yayıncılığa adadığı anlamına geliyordu. Bir haber yapılacaksa mutlaka iki tarafın da görüşünün alınması ilkesinin en ciddi uygulayıcısıydı. 1960’lı yıllarda bir de Milliyet Anayasası yaptı. “Milliyet Atatürkçüdür, milliyetçidir, din ve vicdan hürriyetini savunur, demokrasiye inanır, toplumcudur, bağımsızdır” ilkelerini taşıyan bir anayasa. Adalet Partisi başkanlığına oynayan Süleyman Demirel’in görüştüğü ilk gazeteci olarak onun önüne de koyduğu bu anayasa olmuştu: “Yasamıza ters düşmeyecek her türlü çalışmanızı destekleriz.”

Ama aslolarak Ecevit’in görüşlerine daha yakın olduğu biliniyordu. Gözü kara bir taraftarlık değildi bu asla. “Abdi İpekçi taktik olarak ya da koşullar öyle gerektiriyor diye bile demokrasi ve sosyal demokrasi anlayışından hiçbir zaman ödün vermezdi” diye açıklıyordu Ecevit: “O bakımdan da bana çok destek olmuştur. Beni tuttuğu için değil de, gereği öyle olduğu için.”

1970’lerde de kanın gövdeyi götürdüğü ülkenin selameti için Ecevit hükümetinin desteklenmesi gerektiğine inanıyordu. Hakkında yazılmış en kapsamlı kitap olan Tufan Türenç - Erhan Akyıldız imzalı “Gazeteci”de 1979’un 31 Ocak’ında ilk kez patronu ve dostu Ercüment Karacan’ın odasından canı sıkkın çıktığı yazıyordu. Çünkü Karacan ona gazetenin fazla Ecevit yanlısı olduğuna dair eleştiriler geldiğini iletmişti. Ve bu iki yol arkadaşının son görüşmesiydi. Abdi İpekçi Ankara’ya uçtu.

Önce kalemi vuruldu, sonra kalbi

Milliyet, 25 yıl boyunca ikinci evi oldu.

2 Şubat 1979’da gazeteler siyah başlıklarla çıktı

Hem Başbakan Ecevit’le hem bazı bakanlarla görüşmeleri oldu. 16.40 uçağıyla İstanbul’a geri döndü. Gazeteye geçti. Ercüment Karacan’ı aradı. Uçakta Sakıp Sabancı ile yan yana oturduğunu, ilginç haberleri olduğunu söyledi... “Yemeğe gel, konuşalım” dedi Karacan.

Eşi Sibel İpekçi’yi aradı, Karacan’lara yemeğe gideceklerini, hazırlanmasını söyledi...

Kadim dostu Sami Kohen’i çağırdı, o günkü Milliyet’in başyazısı Durum’u yazmasını istedi. Yardımcısı Turhan Aytul’u da çağırdı, ertesi gün çok önemli bir toplantı yapacaklarını söyledi. Çıktı, 34 SL 001 plakalı açık mavi BMW’sine bindi ve gazeteden ayrıldı...

Bir daha dönmemek üzere...

2 Şubat 1979 günü, Türkiye’de
bütün gazeteler siyah başlıklarla çıktı.
4 Şubat’ta Cağaloğlu yokuşu görülmedik bir kalabalığı ağırladı. Önce gazetesinden, sonra Gazeteciler Cemiyeti’nden Teşvikiye Camii’ne uğurlandı, henüz 50 yaşındaki Abdi İpekçi. Oradan Zincirlikuyu Mezarlığı’na... Türk basınında bir devir kapanmıştı. Her zaman doğrunun, gerçeğin peşinde, dürüst ve tarafsız bir gazetecinin ilkeli duruşu kalmıştı geriye. Hâlâ basında “Abdi Bey Ekolü” diye anılan...

Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yıllarda...

Özgürlüğü karşıtları için de savundu

Abdi İpekçi, kızı Nükhet İpekçi’ye yazdığı mektuplarda inançlarını şöyle anlatıyordu: “Ben, insanların düşüncelerini, inançlarını, görüşlerini hiçbir baskı ile karşılaşmadan özgürce açıklayabilmelerini istiyorum. Bu özgürlüğü, yalnız kendi doğrultumdaki kimseler için değil, karşıtlarım içinde savunmak gereğine inanıyorum. Gazetenin yönetiminde tutumum, inançlarım doğrultusunda oldu. Solcu olmayan, solcular tarafından beğenilmeyen kimselerin de yazılarının yayımlanmasını engellemedim. Haberlerde de aynı politikayı güttüm. Sola karşı çıkanların demeçlerine ambargo koymadım. İşte bu tutumum, beni kendilerinden sayan solcuları deli etti. Bu davranışımı hiç anlamadılar, hiç onaylamadılar ve beni döneklikle, kaypaklıkla suçladılar.
Tabii bununla yetinmeyip çok daha ağır isnatlarda bulundular. Tıpkı sağdaki fanatiklerin yaptıkları gibi. Zaten sağda ya da solda körü körüne angaje olmamış her gerçek aydının kaderi budur: Her iki yandan gelen suçlamalara hedef olmak...”

Abdi İpekçi ve Sibel İpekçi evlilik yıldönümlerinde.

“Tanrım, Abdi’yi vurdular!”

Abdi İpekçi Nişantaşı’ndaki evine giderken, eşi Sibel İpekçi de artan bir huzursuzlukla camda bekliyordu. Yanında arkadaşı gazeteci Leyla Umar vardı. “İçimde kötü bir his var” diyen Sibel Hanım’ı yatıştırmaya çalışıyordu. Ancak art arda duyulan beş patlama sesiyle zaman durdu. Sibel İpekçi camdan sarkıp sokağın köşesini görmeye çalıştı. Zifiri karanlıkta trafiğin durduğunu, insanların bir arabanın etrafına toplaştığını gördü. “Tanrım, Abdi’yi vurdular!” diye haykırıp kendisini sokağa attı.
Caddeden evin bulunduğu Karakol Sokak’a dönmek üzere sol şeride yanaşmış araba, elektrik direğine çarpıp durmuştu. Sinyali yanıp sönüyordu. Abdi İpekçi şoför koltuğundaydı. Tam trafik tıkanmışken bir karaltı sağdan yaklaşıp üzerine beş kurşun yağdırmış, üçüncü kurşun sol cebindeki kalemi ikiye bölerek kalbine saplanmıştı.