Başkan Dursun Özbek ve yönetimi, taraftara, medyaya ve sosyal medyaya zaman zaman gereğinden fazla önem veriyor. Evet, Galatasaray Spor Kulübü iletişime kapalı değil. Tam da kamu yararına bir dernek gibi hareket ediyorlar. Her şeyi açık açık tartışıyorlar. Bazı kulüplerin yaptığı gibi bir çok etkinliklerini iletişime kapalı tutmuyorlar.
Yine de arızalar çıkıyor. Popülizmin ve sosyal medyanın etkisiyle polemikler, tartışmalar, spekülasyonlar gündem oluşturuyor.
Dileyen buna “kayıkçı kavgası” ya da “havanda su dövmek” diyebilir. İkisi de aynı kapıya çıkar: Sonu gelmeyen yararsız, boş tartışmalar.
Başkan Özbek ile basketbol takımının eski coach’u Ergin Ataman arasında böyle bir polemik başladı. Ataman twitter’dan veriyor mesajlarını... Başkan Özbek de her türlü iletişim aracıyla yanıt yetiştiriyor.
Efendim, Ergin Ataman’ın “Gerekirse ücret almadan da çalışırım” sözünü pek doğru bulmamış Başkan... İyi ama onu hiç de hak etmediği şekilde “pahalı kadrolarla başarı arayan” bir coach olarak tanıtan kimdi? Galatasaray’ın basketbol şubesinde küçülmeye gideceğini divanda açıklayan kimdi? Ergin Ataman’ın basketbol takımı için 5 yılda 55 milyon dolar harcama yaptığını ileri süren
Çok şaşırdım... Osmanlı tarihini, cumhuriyet tarihini, dünya tarihini renkli üslubuyla bize anlatan, kırdı-döktü, fethetti- keşfettinin ötesinde hemen her dönemin siyasal, sosyal, kültürel yapısını analiz eden, ekonomik kıyaslamalar yapan sevgili hocamız Prof.Dr. İlber Ortaylı, Arda Turan olayına da müdahil olmuş.
CNN’de Hakan Çelik, Cumartesi günü İlber Hoca’yı ağırlıyor. Gazetecilik refleksiyle programı güncelden açıyor. Arda olayına hocanın bakışı...
Eyvah ki ne eyvah!
“- Arda Turan, tanıdığım futbolcular arasında en cahili değil” diyor, devam ediyor : “Bu millet kitle halinde bilmeden etmeden ya da bilerek ederek kitle halinde saldırıyor. Bu uygar bir topluluğa yakışan tavır değil. Şimdi ben dinledim uzun bir cehalet edebiyatı gidiyor. Ben tabii futbolla çok ilgilenmiyorum... Fakat bu Arda benim tanıdığım futbolcular arasında bir kere en cahili değil. İlgileniyor. Belirli şeylere ilgisi var. Oturuyor dinliyor, okuyor filan. Ne için kavga edildi bilmiyorum. Öteki taraf ne kadar melek onu da bilmiyorum. Gazeteci yani bizim gazeteler de bellidir. Ama bunu doğru bulmuyorum. Bu kitle halinde saldırıyı doğru bulmuyorum. Bu mahalle psikolojisidir. İkincisi bu artık
Sevinmek gerek... Allah’ın sevgili kullarıymışız ki en kötü günümüzde en uygun rakiple karşılaştık ve ille de 1 gol yememize rağmen deplasmandaki Kosova maçıyla yüzümüz güldü.
Kosova FIFA’nın en yeni üyelerinden biri. Bizim Balkanlı kardeşlerimiz. Onlar da henüz kuruluş aşamasındalar. Futbolda köklü bir kültüre sahip olmalarına rağmen henüz “performans” ölçeğinde bir güce ulaşabilmiş değiller. Çok koşan, ama çok da kırılgan bir yapıları var. Bu halleriyle dişimize göre olduklarını ortaya koydular.
İyi ki onlarla oynadık dün. İzlanda, Hırvatistan ya da Ukrayna ile oynasaydık -maazallah - başımıza iş açabilir, kazaya uğrayabilir ya da ağır bir darbe alabilirdik.
Neden kötü günler yaşadığımızı zaten biliyorsunuz. Saha dışındaki olaylara değinmek artık gereksiz. Maalesef, saha içinde de skor tabelasına uygun düşecek bir oyunun sahibi olamadık.
En başta yine çok basit bir gol yedik. Duran toptan (kornerden) bir kafa vuruşuyla yediğimiz bu gol hiç yakışmadı. Dahası, o golü atan Amir Rahmani temel top tekniği (fundamental) bakımından sahanın en sıkıntılı oyuncusuydu. Çağlar ve Mehmet Topal’ın o vuruşu yaptırmaması gerekirdi.
Çok yavaş oynadık. Bu temposuzluk hali, Kosova’nın da maçın 3’te
Neresinden baksan lime lime, pis ve paçavra!
Arda Turan’ın davranışlarından söz ediyorum. Kariyeriyle birlikte egosunu da büyüten; sevgiden nefrete, nefretten öfkeye, öfkeden kibire, kibirden küstahlığa sıçrayan Milli Takım Kaptanı, ne yazık ki kavgadan, çatışmadan, iktidar hırsından kurtulamıyor.
Ayaklarında onca hüner, kafasında futbol zekası varken, dili, elleri ve aklı, içine aile, onur, şeref kavramlarını da kattığı bol soslu, ağdalı bir kavga maratonuna soyunuyor.
İlk kavgası, takım arkadaşlarıyla birlikte prim yüzünden tavır koyduğu Teknik Direktör Fatih Terim’e karşıydı. Abisinin konuk ettiği programda şımarık bir üslupla meydan okudu. Karşısında baba-dede olgunluğuna erişmiş bir adam vardı. Ağız dalaşı, polemik ve spekülasyonlara girmeden, sadece ayarı bozuk basın toplantılarıyla meseleyi noktaladı. Bir - iki maç geçtikten sonra da barışmış (!) oldular.
İkisi de bu ülkenin değeri oldukları için herkes bir “ılım” pozisyonuna geçti. Meseleyi kaşıyanlar bile fazla uzatmadı.
Şimdi olayın üzerinden aylar geçmişken Arda’nın Bilal Meşe’ye ana-avrat, kızları ve ailesi dahil küfürlerle hakaret etmesi, yanlış olduğunu bile bile saldırması, boğazını sıkıp yumruk
Süper Lig’in kapanış maçı diyebilirsiniz... Gerçekten de öyle. Ama Vodafone stadında oynanan sadece bir kapanış maçı değildi. O bir jübile maçıydı aslında... Kutlama anlamında. Şunu da söyleyelim ki, jübileyi yapan sadece Şampiyon Beşiktaş değildi. Osmanlıspor da katıldı jübileye... Gerek seremonideki centilmenliğiyle, gerekse masum oyun futbolda oyuna ortak olmasıyla. Skor tabelasının hiç de önemi yok... Beşiktaş güzel gollerle kazandı maçı. Ama Osmanlıspor da en az 5 kez gol pozisyonuna girdi, Fabri’yi aşamadı, atamadı.
İki teknik direktöre de alkış borcumuz var. Şenol Güneş’e şampiyonluk getiren emeği ve başarısı için. Hamza Hamzaoğlu’na da başına gelen onca aksiliğe rağmen futbola küsmediği, iyi niyetini ve centilmenliğini kaybetmediği için. Hatırlayalım. Fenerbahçe’nin son şampiyonluğunda da Manisa’daki maçta Akhisar Belediyesporlu oyuncular çıkışta iki sıra halinde rakiplerini alkışlamıştı. Dün de Osmanlıspor ve Hamza Hamzaoğlu aynı jesti yaptı.
Şenol Güneş, Süper Lig’in yükünü taşıyan bazı oyuncularını kenara çekip ya da tribüne çıkarıp gölgede kalanları sürdü sahaya... Beck, Mitroviç, Caner Erkin, Gökhan İnler gibi... Oyun başladığında gördük ki isimler değişse de
Aykut Kocaman geçen yıl Konyaspor’a ilk uluslararası kupada (UEFA Avrupa Ligi) oynama hakkını kazandırmıştı. Bu yıl futbolcularıyla bu hakkı elemesiz doğrudan gruplara katılma keyfi ile kullandı. Hiç kuşkusuz penaltılarla Fenerbahçe’yi eleyip, finale yükselen Abdullah Avcı ve ekibi Başakşehir de bu kupayı hak etmişti. 120 dakikalık maraton maç bize keyif verse de veremese de iki takım da elinden geleni yaptı. İş penaltılara kalınca maalesef şans faktörü devreye giriyor. O zaman da birine ağlamak ötekine gülmek kalıyor.
Çoğu kişi Fenerbahçe’ye önümüzdeki yıl dönecek olan Aykut hocanın kontrollü oyun tutkusundan dolayı olaya kırık umutlarla bakıyor. Özellikle Fenerbahçeliler, takımlarından agresif bir hücum oyunu beklerken Kocaman’ın kontrollü futbol tercihine soğuk bakıyor. Dün gördükki Aykut Kocaman, daha kaliteli oyunculardan kurulu, daha iyi futbol oynayan lig ikincisi Başakşehir’i iyi süzmüş. O da Advocaat’ın ligdeki rövanş maçında yaptığı gibi ikili-üçlü kıskaçlar ve tam saha presle rakibine nefes aldırmadı. Oyuna ikincil, pasif bir duruşla uzaktan bakakalmadı. Sahanın her yerinde oyuna ortak oldu. UEFA Kupası maçlarında da Konyaspor, iyi savunma yapıyor, topu rakip yarı alana
Spor alanlarında pek az rastlanması gereken karın ağrısı, nedense Beşiktaş’ın üst üste gelen ikinci şampiyonluğuyla gündeme oturdu.
İkinci şampiyonluk, aslında daha da tarihi bir dönüşe rastlıyordu. Beşiktaş, armasında üçüncü yıldızı taşımaya hak kazanıyordu. Hesabı yeniden gündeme getirenler, siyah-beyazlı takımın aslında 13 kez şampiyon olduğunu, 2 şampiyonluğun geçerli sayılamayacağını öne sürüyorlardı. Gerekçeleri de basitti: “1959’da başlayan Milli Lig öncesi, Beşiktaş’ın iki kez şampiyon ilan edilmesi yanlıştır. Bu yanlış hesap, adaletsiz, mesnetsiz ve geçersizdir... vs!”
Üzülerek belirtelim ki zaman zaman taraftar körlüğüyle Beşiktaşlı olmayanlar bu durumu yadırgayabilir. İnternete girdiklerinde yanılabilirler. Onlar bir tarafa asıl ısrar edenlerin bir bölümü maalesef gazeteci... Spor gazetecisi olarak radyolarda, televizyon kanallarında ahkam kesip 13’de ısrar ediyorlar.
Aslında yeni bir şey yazmıyorum... Bilinen gerçeği görmezden gelip adeta yok sayanlara hatırlatmak, genç kuşakların zihnindeki soruları da yanıtlamak adına yazmak şart oldu.
Beşiktaş’ın Milli Lig (sonradan 1 Milli Lig, Türkiye Ligi, Süper Lig) öncesi iki şampiyonluğu, UEFA’nın Şampiyon Kulüpler Kupası ile
Gurbete giden en büyük ganimetle döndü... Evinde oynayan da taraftarlarına veda etti. Konuk takım Şampiyonlar Ligi’nde doğrudan oynayacak. Ev sahibi ise çoktan unuttuğu TFF 1. Lig’de dönüş macerasına atılacak.
Futbol böyle bir şey işte... Gözyaşının her türlüsü var... Sevinç ve mutlulukla döküleni de hüzünle süzüleni de! Hayat da böyle yazılıyor ve yaşanmıyor mu? Mutlulukla hayal kırıklığı hep bir arada!
Beşiktaş, uzun bir maratonun son düzlüğüne Gaziantep’te çıktı... Evinde “Şampiyon” olarak ipi göğüsleyecek.
Elbette koca sezon içinde emekle, acıyla, bazen keyif, bazen de öfkeyle yaşanan bir maraton bu. Yarış başlarken alışılmış favoriler yerine 2014 yılında kurulmuş, kökü İBB’ye dayanan Başakşehir’le soluk soluğa mücadele ettiler. Muhteşem bir macera yaşattılar bize... Fikret Orman’la Göksel Gümüşdağ’ın, Şenol Güneş’le Abdullah Avcı’nın birbirlerini kırmadan, incitmeden örnek bir mücadele sergilediğine tanık olduk. Quaresma ile Visca’nın, Oğuzhan’la Emre’nin, Cengiz Ünder’le Babel’in, Adebayor’la Cenk Tosun ve Aboubakar’ın gol arayışlarıyla hop oturup hop kalktık.
Beşiktaş’ın son deplasmanında rakip takımdan çok Başakşehir’den söz etmemi anlayışla karşılamalısınız.