Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, geçen yıl sezon biter bitmez, “Yeni hocamız yabancı olacak” diyerek medyanın ve taraftarların bir tür papatya falı açarak 10’dan fazla teknik direktör adayının gündeme gelmesine neden oldu. Sonunda hep birlikte karmakarışık bir Jorge Jesus sürecine tanıklık ettik.
Bu yıl bir yandan transfer bir yandan da yeni hoca arayışı var. Başkan yine çerçeve çizdi: “Yeni hocamız yerli olacak!”… Yıldan yıla değişen hocanın yerli/yabancı olmasıyla ilgili tercihler için fazla yoruma gerek yok. Sezonun rüzgarına göre alınan kararlar böyle. Söz konusu Fenerbahçe ise, 9 yıldan beri tarihinin en uzun şampiyonluk hasretine kapılıp kendileriyle birlikte taraftarlarına da dokuz doğurtan yönetimlerin, böyle gel-gitler yaşayıp deneme-yanılma yöntemlerine başvurması çok doğal.
Fenerbahçe’de yerli teknik adam tercihi, kanımca sosyolojik olarak ihmal edilmiş bir alana yeniden geçişi simgeliyor. Şöyle anlatayım: Galatasaray “bünyeden yetişmiş” teknik
TFF başkanlığına önümüzdeki dört yıllık dönem için adaylığını koyan Mehmet Büyükekşi, transferde her şeyi çabucak çözümleme telaşındaki kulüplere karşı futbolda alt yapı/akademi çalışmalarını gündeme getiriyor.
Kulüplerin borç batağından kurtulabilmesi için eğitilecek yetiştirilecek genç futbolcuların satış gelirleriyle yaralarını sarabileceklerini öngörüyor.
Bu araştırma ve projeksiyona ilgiyle yaklaşıyorum. Borç koruğunun sabırla helva olabileceğine inanıyorum. Acaba kulüpler TFF Başkanı’nın bu yaklaşımına aynı heyecanla bakabiliyorlar mı? Sanmıyorum.
Mehmet Büyükekşi Samsun’daki Galler maçından önce medyadan bir grup gazeteciyle bir araya geldi. Aralarında ben de vardım. Bir ara sözü Milli Takım’a getirip merakla sorulan sorulara şu yanıtı verdi: “Stefan Kuntz’u göreve ben getirmedim. 2024’de Almanya’da olmak istiyoruz. Oraya ulaşmak için elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Bundan sonra daha farklı şeyler yapabilirim...” Verdiği mesaj belli: Arıza
Samsun bizim ulusal tarihimizin odak şehirlerinden biri... At üstündeki Atatürk Heykeli, Bandırma Vapuru’nun replikası, kuşaktan kuşağa aktarılan Kurtuluş Savaşı destanlarıyla bu kadim kent gündelik işleri için uğrayanlara da, gezmeye gelenlere de herhalde sporculara da büyük heyecan yaşatıyor. Hele Milli Takımımız, Yeni 19 Mayıs Stadı’nda Galler’e karşı liderlik unvanıyla mücadele ediyorsa ulusal heyacan katlanıyor. Bütün bunlar güzel de bu heyecan rakip üzerinde değil bizim çocukların üzerinde bir baskı ve heyecan oluşturmuş gibi... Galler’in Ermenistan karşısında kendi evinde uğradığı 4-2’lik şokun yarattığı öfke ile canını dişine takarak oynadığını gördük. Milli Takım organizasyon bozukluğuyla şutsuz, etkisiz, talihsiz bir gece yaşadı. İlk yarıda adamların kendi kalesine attığı gol öncesi Zeki’nin ofsaytı nedeniyle gol sevincimiz kursağımızda kaldı. Ardından ikinci yarıda kazanılan penaltıya Hakan, öyle statik öyle garip bir duruşla hazırlandı ki, biz gazeteci taifesi kendi aramızda kaçma olasılıklarını tartışmaya başladık. Nitekim
Caner Erkin, 17 yaş altı (U17) Milli Takımımızın parlayan yıldızlarından biri olarak kariyer yolculuğuna başladı. Bugün 34 yaşında. Dikkatle kayıtlara geçmesi gereken bir futbolcu. Oyunun inceliklerini biliyor, pozisyonların nasıl gelişeceğini de görüyor. Saha içindeki oyununa baktığınız zaman yaşına rağmen atletik kapasitesini koruduğunu görebilirsiniz.
Çok kulüp dolaştı. Her kapı kolayca açıldı kendisine… 2005’de Peru’da düzenlenen Dünya Şampiyonası’na “Avrupa Şampiyonu” unvanıyla katıldılar. Orada Nuri Şahin takımın en değerli oyuncusu olarak öne çıkarken Caner Erkin de uzun ve isabetli ortaları, özellikle baskı altında doğru ve çabuk top kullanmasıyla sivrildi. Kısaca özetlersek, Manisaspor’dan CSKA Moskova’ya oradan Galatasaray ve Fenerbahçe’ye uzanan bir macerası var. O maceraya İnter’deki (0) kariyerini (!) de kattı.. Görevden ayrılan Roberto Mancini’nin yerine gelen Frank de Boer’in “saygısız ve ciddiyetten uzak” tavırları nedeniyle onunla çalışamayacağını belirtmesi, kiralık
Trajikomik bir maç izledik. Neşeli ve eğlenceli oyunda emektar Atiba ile vedalaşmaya, maçı kazanıp Fenerbahçe’nin elindeki ikinciliği de almaya hazırlanan Beşiktaş taraftarı öyle endişeli o kadar öfkeli bir anlar izledi ki anlatılamaz…
Oysa çok rahat başlamışlardı… 6’da Gedson soluyla sol çaprazdan öylesine ince ve usta işi bir gol attı ki stat ayağa kalktı. Eğlence çabuk başlamıştı. Ardından Muleka’nın özlenen becerisi sergilendi. Konyaspor kalecisi Sehic ayaklarına hamle yaparken topu çekti. Arkasındaki boşluğu iyi değerlendirerek yeniden sağ köşeye atıverdi. İki güzel gol Beşiktaş tribünlerini coşturmaya yetti. Ama o da ne? 45+2’de Oğulcan keyif kaçıran bir gol attı. Olabilir, olabilir de… Mert’in böylesine goller yemesine kimse alışık değil camiada.
İkinci yarı daha da şaşkınlık yaratan gollere sahne oldu. 47’de Mahir’in kafa vuruşunu da tutamadı Mert… Hele Pozuelo’nun uzaktan sert vuruşunda zamanlama hatası mı, yoksa topun yerden sekmesi mi, her neyse… Onu da kabul etti Mert. Misafirler 3-2
Attila İlhan abimi saygıyla anarken Fenerbahçe ile ilgili düşüncelerimi de onun şiirinden esinlenerek anlatmak istedim:
Ne Fenerbahçeler seyrettim zaten yoktular...
Evet çok, pek çok Fenerbahçe var sporumuzda… Hepsi de saygı duyulacak, sevgiyle taçlandırılacak, heyecanla kucaklaşılacak Fenerbahçeler bunlar. Zaten yokluklarına gelince… Ne yazık ki bu sevgi ikliminde en küçük bir tebessüm, gözlerinde birazcık ışık, zihinlerinde ve dillerinde parlayacak ilkeli paylaşılabilir iletişim de yok benim bildiğim Fenerbahçeler’in.
Süper Ligimizde sezonun kapanış maçı oynanıyor. Şampiyon Galatasaray kendi sahasındaki son maçı ezeli rakibi Fenerbahçe ile karşılaşıyor.
Futbolun muhteşem düeti diyebileceğimiz bir oyun izlemeye hazırlanırken, baktık gördük ki ortadaki gösteri bir düet, iki taraflı bir mücadele, ortaklaşa bir futbol gösterisi değil… Sadece Galatasaray var sahada ve ekranda… Onların oyununa, hareketlerine, kendi karşı hamleleriyle yanıt veren Fenerbahçe takımı yok. İrfan Can yok.. Szalai yok,
Son iki haftaya “şampiyon adayı” olarak girmediyse Beşiktaş, elbette sorulur o soru: “Nerde kaldın gün doğumu?”
Gün doğumundan kastımız Şenol Güneş’in Beşiktaş’a dönmesi, kolları sıvayıp iş başı yapması... Beşiktaş’a dokunuşu, ilk sayfaların çöpe atılışı, hikayenin yeniden yazılışı, baştan okunuşu!
Şenol Hoca’ya sorsak da yanıtlamazdı… Malum ya dün, ceza gördüğü, pek de haksız olmadığı bir durum karşısında “susma hakkını” kullanıyordu Güneş. Sorunun yanıtını Başkan Ahmet Nur Çebi biliyordu. Belki de şunları söylüyordu: ”Valerien İsmael’le vakit kaybetmeseydik… Hocayı baştan getirseydik, şimdi belki de şampiyonduk…”
Her neyse… Kasımpaşa deplasmanında da bol gollü galibiyet serisini sürdürdü Beşiktaş… Yılın en istikrarlı skorlarından biriyle hem de… Skor tabelalarına bakınız ne göreceğinizi biliyorsunuz: “Cenk atınca Aboubakar da atıyor… Beşiktaşlılar da keyfine bakıyor!”
Kolay değil, iki golcünüz var onları her maçta beraber
Sporun “tek taş” yüzüğüdür şampiyonluk… Bir tanedir. Bir grubun ya da kümenin içine sokamaz, her hesaba dahil edemezsiniz… Solo bir zafer, tek başına kazanılmış bir yarış ve “Benim” diyen bir haykırıştır.
Galatasaray, Ankara deplasmanında sahaya sadece 11 kişiyle çıkmadı. Onbir oyuncu görünen kısmıydı. Görünmeyen ama hissedilen kalabalıklığı vardı aslında… 1959’dan beri süregelen büyük macerada 22 şampiyonlukla açık ara önde koşmanın tecrübesini gururunu, öz güvenini de taşıyorlardı. Turgay Şeren’le, Metin Oktay’la Gündüz Kılıç ve Fatih Terim’le yazılan tarihin yeni sayfalarını imzalıyorlardı.
Bu şampiyonklukla Nef Stadı’nda oynanacak yılın son derbisi de gerilimden, stresten, didişmeden ve çatışmadan soyutlanmış olacak. Centilmence karşılıklı saygıya dayalı bir kapanış derbisi bekliyoruz.
Tabii, sezonun en iyi takımı olmanın yanı sıra bir de “muhteşem” golcüsü vardı Galatasaray’ın: Mauro İcardi. Adam her pozisyona her koşula göre en uygun yerde vaziyet