Heyecan, coşku, tempo, sür’at, mücadele... Giden ve gelen duygularla yaşanan fırtına gibi Hırvatistan-Brezilya maçının ardından... Sakin, akıllı, disiplinli oyunla başlayan Hollanda-Arjantin maçı da kasırgaya dönüştü. Birincide ne kadar soluk soluğa bir koşu ve oyun içi git-gel’ler varsa, ikincide de o kadar heyecan ve gerilim vardı. Yaşlı Kurt Van Gaal (71) ile Lionel Scaloni (44) arasındaki maç koşan adamların mücadelesi değildi. Topu kazanan takım mutlaka bir düzen ve sistem içinde golü bulmaya çalışıyordu. Bu anlamda hücum ederken bile kontrolu elden bırakmadılar. Bence spor adamlarının karşılıklı saygı gösterisiydi bu. O nedenle oyunun sırları savunmalarda gizlenmişti. Hollanda savunmasında üçlünün ortasında Van Dijk ile iki yanındaki Timber ve Ake fazla riske girmeden oyunu taşımaya çalıştılar. Arjantin’in,, takımıyla bütünleşmiş, yalnız adamlıktan kurtulmuş kaptanı Lionel Messi ise o üçlüden uzakta, orta alanda adeta yürüyerek oynuyordu. Topla her buluşmasında çevresini saran ortalama
Katar’daki 2022 Dünya Kupası’nda gördüğümüz en parlak yıldızlar. Kylian Mbappe ve Lionel Messi oldu. Brezilyalı Neymar ve Portekizli Ronaldo bugüne kadar aynı heyecanı yaratamadılar.
Mbappe, genç enerjisi, topla buluştuğunda ortaya koyduğu sürati ve golleriyle büyük hayranlık kazandı. Savunmacılar, onu durduramıyor, hızına yetişemiyorlar. Kaleciler şut mu atacak, pas mı verecek kestiremiyor. Vurursa nereye nasıl atacak topu, çözemiyorlar.
Kylian Mbappe, Zinedine Zidane’ın bıraktığı tahta oturdu bence. 2018 Dünya Kupası’ndaki zaferinden sonra Qatar’ı da fethetti.
Premier Lig’in verimliliğine kalitesine ve Gareth Southgate’in hocalığına saygı duyan futbolsever olarak bu Kupa’daki favorim elbette İngiltere. Ne var ki Mbappe’li Fransa ile çeyrek finalde (erken) buluşmaları bence kötü bir tesadüf oldu. Yine de kazanan kim olursa olsun alkışlayacağım.
Bu Kupa’nın en talihsiz yanı, hayallerdeki İngiltere-Fransa ya da Arjantin-Brezilya finallerine en baştan yolu kapamasıdır. Böyle bakınca sormadan edemiyorum: Her aşamadan sonra
Bizim spor gazetecileri mahallesinin en şık abilerinden biriydi Nihat Geven. Keskin zekasıyla hemen her şeyden mizah çıkaran eğlenceli, engin gönüllü, güler yüzlü bir adamdı.
Girişte “di’li geçmiş zaman”ı kullanmak o kadar acı ki Nihat’ı anlatırken. Sadece bir meslektaşı, bir kapı yoldaşını değil, aynı zamanda çok değerli bir dostu kaybetmiş olmanın acısı bu. Garip bir yalnızlığa kapılıyorsunuz. Sabahlara kadar süren, dedikoduyla başlayıp meraklı telefon konuşmalarıyla manşetlere uzanan o neşeli masa sohbetleri yok artık.
Nihat Geven evet şık abilerden biriydi. Gazetecinin hem giyiminde hem de kişiliğinde tertemiz düzgün ve ille de “yakışıklı” olmasını isterdi.
Milliyet’teki yılları çook eskiye uzanıyor. Fatih Terim’in de babası Talat Terim tarafından futboldan men edildiği, kaçak oynadığı yıllardan kardeşi Ahmet Geven’in aktardığı bir anekdot: “Abim, Fatih Hoca ile birlikte başladığımız futbol maceramı bir günde bitirdi. Bana vasat sıradan bir oyuncu olacağımı, gazetecilik için Haber Ajansı’na gidip meleği öğrenmemi
2022 Dünya Kupası’nın grup maçlarında tanık olduğumuz en önemli yenilik, bence maça eklenen “oynanmamış” dakikalar. Hep birlikte gördük ki maça eklenen zaman ortalama 8 dakika!
FİFA’nın Katar’da oynanan maçlarda ortaya koyduğu bir tavır var: Maçtan çalınmış dakikaları saniyesine kadar hesaplayıp sahibine futbolsevere iade etmek.
Oyuna saygı gösterisi.
FİFA Hakem Komitesi Başkanı Pierluigi Collina, oyuncuların sakatlık ve tedavi uygulamasına duyarlılıkla yaklaştıklarını bu uygulamada geçen zamanı dikkatle ölçtüklerini açıklarken VAR konusunda da hakemin izleme ve karar süresini çabuklaştırmak istediklerini açıklıyor.
Maça eklenen zaman konusunda akla gelmeyen konulardan biri de gol sevincinin “takımca” kutlanması… Collina sahadaki oyuncuların önce golü atan oyuncunun üstüne çullanarak (!) sevinci paylaşmasıyla birlikte teknik direktör ve kulübedeki yedek oyuncuların da gösteriye katılmasını normal karşılıyor; “Futbol, eninde sonunda bir oyun ve eğlencedir” diyor.
M
Seveni de vardı sevmeyeni de. Ama güvenmeyeni yoktu. Hıncal Uluç, sıra dışı gazeteci, olağanüstü iddialı yazar, eşine az rastlanır sporsever… Savaşçı olduğu kadar barışçı, barışçı olduğu kadar da savaşçı bir ağabeyimizdi.
Korkusuz, aklının ve vicdanının kabul etmediği her şeye itiraz eden, sesini yükselten adamdı. Genel kabul görmüş bir uygulamayı, planı, oyunu ya da taktiği alabildiğine eleştirir, olmazsa son kozunu oynardı.
Onun son kozu kişisel çatışmaydı. Bu haline çok itiraz ettim. Özellikle antrenörlere ve kulüp başkanlarına itirazlarını kabul ettiremiyorsa, meseleyi sen-ben kavgasına taşırdı. Böylece arızadan sorumlu tuttuğu kişiye ısrar ederek ‘ya sen ya ben’ mesajı verir, vazgeçmezdi.. Yine de kapıştığı kişilerle dostluğunu ısrarla sürdürürdü. Zaman zaman haksız ve yanlış hükümler verdiği de olurdu ama… Kişisel çıkarı için hır çıkaran bir adam olmadı.
Hepimizin özgürlük meşalesini taşıyordu. Göremediğimiz, çözemediğimiz, kapalı kapıları aşıp yazamadığımız
Futbolun gelmiş geçmiş en büyük oyuncuları arasında ilk sırayı Brezilyalı Pele ile Arjantinli Diego Armando Maradona paylaşır. Peki hangisi önde? Hemen her futbolseverin gönlünde yer tutan, asla vazgeçemediği kahramanlardır onlar. Diego Armando Maradona, Pele ile birlikte FİFA tarafından 20. Yüzyılın En Büyük Oyuncusu unvanıyla ödüllendirildi. Maradona, adını ilk kez 1978 Dünya Kupası hazırlıklarında duyurdu.
Ev sahibi ülkenin takımına şampiyonluğu kazandırmak için yoğun bir program uygulayan Teknik Direktör Cesar Luis Menotti, 17 yaşındaki yıldız adayı “harika çocuk” Maradona’yı maçlar başlamadan önce aday kadrodan çıkarıp evine gönderdi. Karizmatik hoca şok yaratan bu kararın gerekçesini “O daha çok genç. Tecrübesiz… Gelecek turnuvalarda parlayacak, bir yıldız olarak olarak alkışlanacak” sözleriyle açıkladı.
Maradona 1982 Dünya Kupası’na şampiyon takımın yıldızı olarak katıldı. Arjantin Milli Takımı’nın İtalya önünde uğradığı yenilgi ile evine döndü.
Tarihe
Basketbol Erkek Milli Takımımız’ın başına gelenler, sadece pota altında değil, hemen her spor dalında yeniden düşünüp değerlendirmeler yapmamızı dayatıyor. Aksi halde güncel başarısızlıklar, talihsizlikler sarmalından çıkamayacağız ve “süregelen kaos” ortamını değiştiremeyeceğiz. Basketbol A Milli Takımımız, son üç yılda inanılmaz talihsizlikler yaşadı. Çin’deki 1999 Dünya Kupası’nda Amerika maçını uzatmada son saniyelere kadar taşıdık. Dünya Devi Amerika’yı yenme coşkusuyla ayakta zıplayarak izlediğimiz o son saniyelerde Doğuş Balbay (2) ve Cedi Osman (2) ile 4 faul atışı kaçırdık. Bu bize pahalıya mal oldu: 93-92 kaybettik. Bu yıl daha da acı “son top travmaları” yaşadık. Avrupa Şampiyonası’nda Fransa ile oynadığımız ve önde olduğumuz maçı, Cedi Osman’ın son saniyelerde kaçırdığı (2) faul atışlarıyla berabere bitirdik. Uzatmada ise son hücum şansında Furkan Korkmaz son topu kaybedince çeyrek final hevesimiz kursağımızda kaldı. Acı derslere bir yenisi de pazartesi akşamı eklendi.
Jorge Jesus Fenerbahçe’ye özlediği “şampiyonluk” unvanını kazandırmak için geldi. Sezonun açılışından beri sadece Fenerbahçe’ye değil, oyuna ve Süper Lig’e kattığı olumlu örnekler adına kendisine saygı duymalı teşekkür etmeliyiz. Jesus’un Sivasspor maçından sonra yaptığı değerlendirmede dikkat çekici bir ölçü var: “İlk yarıda 5 dakikalık uzatmaya rağmen, topun oyunda kaldığı süre 21 dakika. Maç, fauller yüzünden sık sık durdu. Bu kadar çok faul düdüğü çalınırsa biz ofansif oyunumuzu oynayamayız.”
Bu sözleri acele bir değerlendirme ile haklı bulabiliriz. Evet haklıdır Jesus… Ancak faul düdüğü çalınmasını değil, faulü bir taktik olarak kullanan tüm futbolcuları eleştirmek için söylemeliydi.
Evet, paylaşılması gereken önemli bir gerçek var: Futbolumuzda faul rakibe değil, doğrudan oyuna karşı yapılıyor. Kronometre hızla dakikaları eritirken oyunun süresi kısalıyor.
Sadece Jesus değil, hakemler de durumdan şikayetçi. Bir de yatıp