Ev sahibinin gözü kara... Galibiyetten başka hiçbir şey görmüyor. Teknik, taktik kimsenin umurunda değil. Topu kazan, pas yap, dripling yap, ne yaparsan yap... Karşı kaleye taşı. Orada şut mu atarsın, kafayı mı çakarsın... Elbette çaresine bakarsın...
Süper Lig’de “yenilmez lider” unvanıyla Vodafone Park’a gelen Alanyaspor, maç kazanmayı adeta unutmuş Beşiktaş’a karşı oyuna ortak olma çabasıyla mücadele etmeyi yeğlemişti. Beşiktaş ise bol bol yan pas yaparak, kazandığı topu kendi savunmasıyla oyun merkezindeki Oğuzhan - Atiba trafiğinde çevirerek, böylece top kullanma yüzdesini elinde tutarak oynadı. Bu oyun eksik, yarım, etkisiz ve zevksiz bir oyundu. Topla buluştuğunda çabucak oynayarak arkadaşına pas verme telaşı gösteren oyuncular, rakip ceza alanına bir türlü atamıyordu meşin yuvarlağı. Hele Burak Yılmaz... Önce istediği ve beklediği topları alamadı, sonrasında da buluştuğu pek az topu kullanabilmeyi başardı. Belli ki rahat değil, uzun sakatlık-tedavi sürecinde Burak’ta form kaybı oluşmuş. Oysa golü en çok arzulayan
Tribünlerde bilinçli bir duruş var... Yöneticilerin ve futbolcuların yapamadığı şeyi yapıyorlar: Öfke kontrolü. Maçtan önce kısa süren “Paralar nerede?” soruları, maç başladığında yerini “Golü kim atacak?” merakına bırakıyor yerini.
Günün ilk sürprizi: Burak Yılmaz yok. Açık yarası olduğu için Abdullah Avcı Alanya maçına saklayıp riske girmemiş, kadroya almamış golcüyü. Bu durumda Beşiktaş’ın çok bastırıp atamamak sıkıntısı evindeki UEFA maçında da devam ediyor. Genç Güven takımın santrforu... Lens sağdan, Caner soldan servis yapıyorlar ama Güven uzaktan bir şutla yetiniyor. Az sonra sakatlanıp yerini Umut Nayır’a bırakıyor. Pek de değişmiyor tablo... Şutsuz bir oyalama futbolu oynayan rakibine karşı Beşiktaş yine bastırıyor, yine pozisyonlara giriyor ama, ceza alanında boşluk bulamadığı gibi kornerleri ve duran topları da değerlendiremiyor.
Avcı’nın seçtiği onbir, en azından “bütüncül” bir takım oyunu sergiliyor. Bu futbola kötü ve kalitesiz demek o kadar kolay
Fikret Orman’ın babası merhum büyüğümüz Abdülkadir Orman, inatçı ve iddialı bir adamdı. Yenildiği zaman öfkelenir, tavlayı kırardı. Oğlu da genetik olarak zaten tipik Karadenizli. Beşiktaş’ta yöneticiyken, hem de Seba döneminde çok da gösterişi olmayan dev bir projeyle ilgileniyordu. Çoğu arkadaşı, güncel konulara eğilmesini, hayal peşinde koşmamasını söylerdi.
O büyük proje, İnönü Stadı’nın yenilenmesi, büyümesiydi. Kafasına koyduğunu yıllar sonra inadı ve inancıyla gerçekleştirdi.
Feda döneminde Beşiktaş’ın sıkıntılarını dile getirdi. Kulüpte tasarruf tedbirlerini artırdı, masrafları kıstı, taraftarı forma alış verişine yönlendirdi.
Şenol Güneş’i takımın başına getirerek tüm başkanların kendi dönemlerinde mutlaka erişmek istedikleri şampiyonluk unvanını iki kez kazandı. Beşiktaş’ın hamurundaki en güçlü maya tevazudur. Alçak gönüllülük. Gruptan 14 puanla namağlup çıkarak öyle bir Şampiyonlar Ligi öyküsü yazdılar ki ezeli rakiplerinden
Haydi, en azından aklımızdan çıkmaması için bir deprem deyimiyle duruma açıklık getirelim: Beşiktaş, peş peşe gelen “artçı şoklarla” dağılıyor, çözülüyor, savruluyor. Trabzon’daki maç İstanbul’da oynansa ne olurdu? Bence hiç fark etmezdi. Beşiktaş’ın hem kulüp, hem de takım olarak büyük sorunları var. Sürekli yenilenen, artan, bir türlü çözülemeyen o sorunların arasında nefes alıp çözüm fırsatı bulamıyorlar.
Trabzonspor, onca sakata (Abdülkadir Ömür, Fernandes, Ekuban, Yusuf, Onazi) rağmen, takım oyunu, oyun disiplini, kontrol ve oyun kurma konusunda yerleşik ilkeleriyle mücadele etti. Sosa, Abdülkadir Parmak, Nwakaeme ve Sörloth’la Beşiktaş’a oranla daha etkili ve verimli bir hücum organizasyonu sergiledi. Beşiktaş ise (özellikle ilk yarıda) topa sahip olmasına (60/40) rağmen rakip yarı alana taşıdığı topları tehlikeli kontrataklara dönüşecek biçimde kaybetti. Burak dahil hücumcular yeterince şut fırsatı bulamadılar. Burak ikili mücadeleleri
Aaaa… O da ne? Süper Lig’in dev derbisi için İstiklal Marşı çalınırken, bir de baktık, Fenerbahçe’nin Alman futbolcusu Max Kruse, ulusal marşımızı söylüyor. Ender görülen bir olay. Hagi’nin bizim ulusal marşımızda elini kalbine götürüşünü sevdik de bu hayranlık uyandıracak bir şey. Yanlış görmediysek, teşekkürler Max... Kardeşimizsin!. Seyrantepe’deki maç 1 saatlik didişmeyi geride bırakırken, Belçika’dan “ironik” bir haber gelmez mi? Brugge’de oynayan “zoraki kiralık” golcü Diagne, deplasmanda Mechelen’i 5-0 yendikleri maçta, 57. Dakikada Okere’nin yerine oyuna katılıp iki golle skora katkıda bulunmuş.
Derbiye dönersek... Falcao’dan alamadım gözlerimi. Sezon öncesi ve ligin başlamasından sonra uzun, ısrarlı ve de bol masraflı Falcao uğruna ne Diagneler harcadı Galatasaray. Tribünden maçı izleyen Galatasaray taraftarları ne düşündü acaba? Falcao’nun yerine Diagne oynasaydı, razı olurlar mıydı, bilmiyoruz.
Doğrusu 103 ülkede, nihayet, naklen
Sezonun 6. haftasında yeniden gördük ki hakemler istesek de istemesek de gündem oluşturmaya devam ediyor.
Güzel... Bu işi dert ve meslek edinmiş arkadaşlarımız, yorumcular ve moderatörler, bol bol uzatmalı tartışmalarla hem kuralları didikliyorlar hem de keskin iddialar ve varsayımlarla saha dışına da uzanıp bizleri aydınlatmaya (!) çalışıyorlar.
Kulüp yöneticileri de durur mu? Onlar da oyunun kurallarını, VAR sistemini dile getirerek ağır eleştirilerde bulunuyorlar.
Önce şu kural hatasından başlayalım... Alanyaspor-Fenerbahçe maçında Alanyaspor golcüsü Cisse, top Fenerbahçe kalecisi Altay’ın elindeyken halinden belli ki bilerek ve isteyerek ceza alanı dışına çıkmıyor. O sırada Altay topu çabucak oyuna sokmak amacıyla Jailson’un ayağına atıyor. Ceza alanı dışından gelen Alanyasporlu futbolcu yaptığı presle topun Cisse’nin önüne gitmesini sağlıyor. Vuruş ve gol... Burada bir kural hatası var. Ancak hakemin bu konuda takdir hakkını da dikkate almak gerekiyor. Hakeme göre Cisse kasten ağır davranmıyor olabilir. Yine de hakem Halis Özkahya oyunu durdurup
Bu maçı seyredenler için sıkıntıdan başka bir şey göremediler, desek yeridir. Eskilerin deyimini biraz değiştirerek “kifayet-i mücadele” (yeteri kadar uğraştılar) kararı alınıp ikinci yarı başlatılmasa yanlış olmazdı. En azından biletli seyircilere paranın iade edilmesiyle sportif bir jest yapılabilirdi. Her neyse... İroni yaptık, hoş görüle.
Vodafone Park’ta iki takımın da hali birbirinden beterdi. İkisi de 4 haftada ancak 4 puan toplayabilmiş, kadro bütünlüğünü sağlayamamış, hayal kırıklıkları yaratmışlardı. Abdullah Avcı, dün mevcut haliyle eski takımı Başakşehir’in başında olsaydı, olasıdır ki maçı kazanabilirdi.
Beşiktaş, kötü oynayan ev sahibiydi. Bakmayın topla oynama yüzdesindeki büyük farka... Mahalledeki arkadaşınız topu size verip oyalıyor. Sonra ayağınızdan alıp en efektif, en yararlı biçimde istediklerini yapıyor.
Beşiktaş zaten kırmızı kartlar nedeniyle zor bir kadro oluşturmuş... Gökhan’la Necip’i savunmanın göbeğinde bir arada oynatmak mecburen; mecburiyetten! Yine de Necip’in her zaman hazır ve özverili
Çarşamba ve Perşembe geceleri, bizim yok saydığımız, hiç de bakmak istemediğimiz aynayı getirdi santraya... UEFA aynasında gerçeklerimizin nasıl yüzümüze vurulduğunu gördük. O aynaya sırtımızı dönemedik. Gerçeklerle baş başa kaldık.
Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi grup maçlarından sadece 1” puan çıkarabildik. O tek puanın da başarı olduğunu tekrarlayarak birbirimizi teselli ediyoruz. Oyalıyoruz, oyalanıyoruz. Sonunda hep birlikte utanıyoruz.
Rekabeti kavga stratejisiyle savaşa dönüştürmek utanç vericidir. Kulüplerimiz bunu yaptı. Başkanlarımız ve antrenörlerimiz yangın çıkardı. Şimdi ateşin bacayı sardığı alevlerin sadece komşunun evini yaktığı söyleniyor. Oysa mahalle bütünüyle ateş altında.
İhmallerle, saygısızlıklarla, akıl tutulmaları ve karşılıklı yalanlarla oluşturduğumuz masal sektörü çökmüş durumda. UEFA’daki çöküşümüz sadece tek darbeyle, bir gecelik sarsıntıyla geçiştirilemeyecek kadar tehlikeli bir süreci işaretliyor. Bir gecede, üç maçta