Bursa’da oynanan Bursaspor-Beşiktaş (1-1) maçında Beşiktaşlı Alvaro Negredo ile Bursasporlu Aurelien Chedjou’nun ikili mücadelesi, VAR’a rağmen yoğun bir “penaltı” tartışmasına neden oldu.
Oyuna devam kararı veren Hakem Cüneyt Çakır, yorumcular tarafından öylesine eleştirildi ki bazısı işi “Çakır VAR’a karşı” iddiasına kadar götürdü.
Hayır, güncel bir demeç değil. Lig maçları başlamadan çok önce, Dünya Kupası sonrasında bu soruyu bir sohbet sırasında Çakır’a sormuştum ben. Aynen şöyle demişti: “Dünyada hiçbir hakem VAR’a karşı olamaz. En azından maçın sonucunu etkileyebilecek hatalardan arınma adına VAR sistemi bizim gerçekten önemli bir yardımcımızdır. VAR’ın hakemleri ikinci plana atacağı yersiz bir kuşku. Tam aksine yeni sistem bizim özgüvenimizi artırır.”
Dünya Kupası’nda yarı final yönetmiş, nedense yurt içinde yönettiği maçlarda özel tartışma konusu olmaktan bir türlü kurtulamamış Çakır’a haksızlık edildiğini düşünürüm hep.
Yine de Negredo - Chedjou mücadelesinde Kamerunlu futbolcunun hareketinin bir penaltı kararı gerektirdiğini düşünüyorum. En azından video masasında oturan Barış Şimşek, Cüneyt Çakır’a “görüntüyü izleme” önerisinde bulunmalıydı. Öyle olmadı. Beşiktaş -
Dördüncü haftaya pek de mutlu giremeyen iki takım, Bursaspor’la Beşiktaş, kalecilerini görücüye çıkararak başladı maça... Harun Tekin’i Fenerbahçe’ye satan ev sahibinin gönlü çok rahattı. Alt yapıdan “yaş altı” milli takımlarına yetiştirdiği iki kalecisi vardı daha. Okan Kocuk’la başladılar. Beşiktaş da 25 yaşındaki yeni kalecisi “yaralı” Karius’a verdi eldivenleri.
Abuk sabuk, kontrolsuz, komik hatalarla dolu ilk yarıda oyunu kendi takımları adına kurtaranlar da kaleciler oldu. Karius 2, Okan da en az 1 golü bireysel çabalarıyla önlediler. Şimdi skor tabelası bir yana, memnuniyetle belirtelim ki 2 kaleci de güveni hak ettiler. Şunu da unutmamalı gol yedi diye ezbere kalecileri eleştiremezsiniz... Her şeyden önce savunma hatalarını da dikkate almanız gerekir.
Partizan karşısında Perşembe gecesi zengin içerikli gösteri maçı (3-0) yapan Beşiktaş, Bursa deplasmanında yine kaotik bir oyuna döndü dün. Özellikle orta alanda Medel, Tolgay ve Oğuzhan, yolgeçen hanının bekçileri (!) idiler adeta. Anormal top kayıpları, presten yoksun, zamanlama hatalarıyla dolu müdahale (!) anlayışları Bursaspor’a beklediğinden daha çok gol fırsatı ikram etti. Aytaç, Henri, Furkan, Allano Lima, sonradan
Antalyaspor (2-3) yenilgisinden sonra tribünlerin önüne mahcup bir telaşla geldiler. Partizan’la deplasmanda oynadıkları oyunun (1-1) rövanşında avantajlıydılar ama, yine de ne olur ne olmaz! Artık ne orta alanda, ne de savunmada hata yapma lüksleri vardı.
Havayı değiştirmeye kesin kararlı halleri vardı. Baksanıza Şenol Hoca bile pembe tişörtle çıkmıştı maça.
Havayı değiştiren adam Partizanlı Scekic oldu. 24. dakikada Necip Uysal’la birlikte havadan süzülen topu almak için kafa kafaya girdiler. Masum, oyunun doğal akışı içinde kasıtsız bir çatışmaydı bu. Scekic’in kafası yarıldı. (Aykut Hoca standartlarına göre de kanlı (!) bir olaydı. Partizanlı oyuncunun kafasındaki bant üç kez değiştirildi.) Necip Uysal’daki yaralanma ise kansız ama daha kötüydü. Elmacık kemiğinin üzerine darbe almış, acaip biçimde şişme ile görme duygusu kaybolmuştu.
Fazla dayanamadı Necip. Scekic’in darbesi sonucu 26. dakikada yerini Oğuzhan’a bıraktı. Kalbi kırık takım kaptanı oyuna girer girmez aklını, ayaklarını ve duygularını devreye soktu. 45+1’de Larin’le duvar yaparak öylesine yumuşak ve ustaca vurdu ki sağ ayağıyla, maçı bitirdi.
Herkes alkışlıyordu onu. Pazar günü aleyhinde bağıran ve yuhalayan bir
Kimse darılmasın, üzülmesin... Paniğe uğrayıp karamsarlığa kapılmasın...
Hakemlerimiz de sezona iyi başlamadılar.
Düne kadar oyunun tek hakimi onlardı. Kararların tek sahibiydiler, kartlar bir ellerinin iki parmağı arasındaydı... Doğru ya da yanlış.. Halk ağzıyla onların borusu öterdi...
Bugün öyle değil.. Hiç değilse Süper Lig’de öyle değil.
Her ne kadar “tek karar organı” kimlikleri devam ediyor, onların düdüğü ötüyor olsa da...
Artık bir ortakları VAR!
Esnafımız da tüccarımız da iyi bilir. Benim uzaktan izlediğim kadarıyla kurumsallaşmamış ortaklıklar pek sağlıklı yürümez. Danışma, haber verme, uyarma gibi iletişim yolları çalışmaz. “Acaba hesaplar düzgün mü, ortağım kazık atıyor mu?” soruları uyku uyutmaz.
Aaa... Bir de baktık ki “Kartal” değil, “Çekirge” olmuşlar. Kötü oyunlarla rakibe 1 gol avans (!) verip, sonradan oyunu kazanan ya da turu güvence altına alan Beşiktaş’ın iki kez sıçradığını görmüştük... Öykünün sonunu biz biliyorduk da Beşiktaşlı futbolcular hiç duymamışlardı sanki. Şenol Hoca da unutmuştu (!) galiba.
Öyle olmasa ilk 30 dakika dolmadan 2 - 0 geriye düşer miydi Beşiktaş? Sorumsuz, dağınık, aşırı özgüven duygusu, rakibi ciddiye almamak... Artık ne derseniz deyin, Beşiktaş o golleri yemek için gereken her türlü yanlışı yapıyordu. Garip olan, Beşiktaş’ın topa sahip olmada (77/23) üstünlük sağladığı dakikalarda iki gole “gel-geç” seyirci kalmasıydı... Öyle ki Oğuzhan, Tolgay Medel, orta alanda hücuma katılıp top kaybından sonra yerlerinde adeta çakılı kalıyorlar. Savunmada Pepe ve Vida’ı yalnız bırakıyorlardı. Hakan Özmert, Doukara, Doğukan, Harun, Yekta inanılmaz kontralarla Beşiktaş’ın canına okuyorlardı. Antalyaspor savunması hava toplarına direndi, aşanları da zaten Boffin sihirli dokunuşlarla adeta yok etti.
Belçikalı Boffin, Türkiye’deki ilk yılında Eskişehirspor’da oynarken bir ara ligin en az gol yiyen kalecisiydi. Sonradan kariyeri düşme eğrisi çizdi. Dünkü
Biliyorum, başlığı okuyunca “Hadi canım, saçmalamış!” diye dudak bükebilirsiniz. Ne olur, ne olmaz misali “Hakikaten çıkar mı acaba?” diye meraklananlar da olabilir.
Ben yine de soracağım: Emre’den bir Hagi çıkar mı?
Emre Akbaba henüz 25 yaşında... Bu yaşa gelmiş futbolcuların önemli bir bölümü kariyeri boyunca yükselebileceği en üst noktaya ulaşmış sayılır. Futbolda değişen antrenman metotları, müsabaka organizasyonlardaki gelişmeler, dudak uçuklatan sözleşmeler 25 yaşın en azından “olgunluk” yaşı olduğunu da ortaya koyuyor.
Böyle bakınca Emre Akbaba henüz o noktaya gelmiş, olgunlaşmış sayılmaz. Şimdi, biraz geç de olsa hızla olgunlaşarak aradaki gecikmeyi kapatmasını bekleyebiliriz. Bunun için yeteneği var. Niyeti var. İki de şansı var: Birincisi, artık Galatasaray’ın kadrosunda bir Şampiyonlar Ligi oyuncusu... İkincisi o takımı Fatih Terim yönetiyor. Terim, tıpkı Hagi’de olduğu gibi Emre’yi de kariyerinin doruklarına taşıyabilir.
Gheorghe Hagi’yi ilk kez 1990 Dünya Kupası’ndaki İrlanda-Romanya (0-0) maçında izledim. O maçta 10 numarayı giyiyordu. Ama ne yalan söyleyim, parlatılan ve dikkatlere sunulan kalitesi beni çok etkilememişti. Ben asıl 5 numaralı formayı giyen
Süper Lig’in ilk haftaları hep netamelidir, biliyoruz. Bir yandan FFP nedeniyle kısıtlı ve sınırlı transfer hamlelerinin tamamlanmasını beklersiniz, bir yandan oyuncuların bütünüyle form tutması için çaba gösterirsiniz. Bazıları erken yeşerir, bazıları da birkaç haftada ancak kendine gelir.
Galatasaray da kuşkusuz kendini kurtaramıyor bu ham zamanlardan. Üstelik yukarıda saydıklarımın yanında bir de özel durumu var takımın. Her şeyden önce cezalı (!) Gomis kenarda beklerken, saha içinde de Eren hem oyunda yok, hem de gol diye bir derdi yok! Sinan Gümüş de dağınık...
Taraftarın takımı bağrına bastığı, Hakan Balta ile vedalaşıp helalleştiği gün Fatih Terim de baskı altında... Gomis’i terbiye edeyim derken Göztepe’ye terbiyeli köfte gibi yutulmak da var. Halil ve yuvadan kopmuş Yasin, zorluyor da zorluyor... Terim’in Gomis’i oyuna sokması kaçınılmaz artık... İkinci yarıda Eren Derdiyok’la değişiyorlar.
Bayram Bektaş’ın Göztepe’si, oyunu sürekli Galatasaray yarı sahasında oynamak istiyor. Yakaladıkları hücum fırsatları bu anlamda çok iyi. Ama o fırsatlardan bir hücum pozisyonu çıkmıyor. Dahası rakip yarı alana hep birlikte “ailece” doluştukları için kaptırdıkları bir topla geri
Temposuz, heyecansız ve kötü bir başlangıç yaptılar. Her iki takım için de beklemediğimiz bir şeydi bu.
Beşiktaş, Linz’e avantajlı gelmişti ama vitesi boşa almış, rehavetle maça başlamıştı. Avrupa kupalarında hiç de geçerliliği olmayan bir anlayıştı bu. Tek gole sığınıp koca maçı taşımak sadece kumar oynamaktı.
Dilim varmıyor ama, gecenin kaybeden kumarbazı da Şenol Güneş oldu.
Gökhan Gönül’ü kulübede tutuyorsun. Adriano mecburiyetten sağ bek... Necip Uysal’ı ve Vida’yı da kulübede oturtuyorsun, sadece antrenman gözlemiyle Roco’yu Pepe’ye ortak ediyorsun. Bu kadar terslik, böylesine anlaşılmaz bir durumu Şenol hocaya hiç yakıştıramadık. Linz’in attığı gollerin ikisi de top kaptırma ve savunma gülünçlüklerinin sonucu. Adamlar, niyetleri yok sandığımızda meğer bizi uyutuyorlarmış.
Şenol hoca ikinci yarıya Quaresma ile başladı. Doğrusu etkisiz, sıkça top kaptıran oyuna karşı bu iyi bir değişiklikti. Sonrasında Gökhan Gönül ve Negredo’yu (Dakika 72) oyuna almakta geç kalındı. Gökhan’ın yerini almasından sonra zoraki sağ bek Adriano orta alanda görev yapmaya çalıştı ama forvet arkası oynayan Babel takımı adeta bir kişi eksik bırakıyordu.
Dünkü maçtan hayat dersleri de