Bir psikiyatr, çalıştığı klinikte hayvanlarda kullanılan ilaçları çocuklara verdiği, ailelere cinsel istismar tuzağı kurduğu gerekçesiyle ağır hapis cezasına çarptırıldı.
Bir psikolog, çalıştığı üniversitede çocuklara kendi kullandığı anti depresanları verdiği, dönüştürme seansları adı altında bu çocukları istismar ettiği gerekçesiyle soruşturma geçirdi ve görevinden uzaklaştırıldı.
Devlet hastanesinde çalışan bir başka psikiyatr da hastalara biber gazı sıktı, elektroşokla korkuttu, personele silah çekti. Tutuklanan doktorun evinde yapılan aramada beş adet havalı tabanca, üç adet elektroşok cihazı, iki adet biber gazı bulundu.
Bu olaylar münferit mi? Yoksa akıl sağlığımız derin bir kırılmanın eşiğinde mi?
Bana göre; toplumsal sağlıkla ilişkili bazı psikiyatri uzmanlarının bile tacize, istismara ve şiddete yönelmesi içinde bulunduğumuz çağın ruhsal açıdan ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor.
Öyle ki, yeni dünya düzeninde insanın varlığına anlam bulma
Abdullah Öcalan’ın PKK’ya ‘kendini feshederek silahları bırak’ yönündeki çağrısı, barış için atılmış tarihi bir adım olarak değerlendirildi.
Ancak Öcalan sadece çağrıda bulunmadı. PKK’nın varoluşuna ilişkin önemli bir durum tespiti yaptı ve dedi ki; örgüt inkâr ve özgürlüklere getirilen yasaklar çerçevesinde doğdu ancak gelinen noktada bu tarihsel misyonunu tamamladı…
Yani PKK, varlık sebebi ortadan kalkmış, neye hizmet ettiği belli olmayan silahlı bir terör örgütü!
Çünkü örgüt 1980’li yıllarda Türkiye’nin inkâr ve asimilasyon politikaları sonucu ortaya çıkmış olsa da son dönemde hem örgütün yapısı hem de Kürt meselesi önemli ölçüde değişti. Mesela Kürtler artık siyaset sahnesinde bir şekilde varlığını sürdürüyor. Meclis’te temsil ediliyor, yerel yönetimlerde rol oynuyor ve demokratik hakların genişletilmesi için mücadele ediyor.
Ancak PKK’nın varlığı, bugün Kürt siyasetinin
Ne güzel dünya….
Milyonlarca insan bir sabah uyanıyor ve bir savaşın ortasında buluyor kendini.
Bombalar yağıyor, evler yerle bir oluyor ve dünyanın gözünün önünde dehşet bir yalnızlığa ve çaresizliğe terk edilen binlerce masum insan öldürülüyor.
Sonra yıkıntıların, cesetlerin arasından bir adam çıkıyor ve geride kalanlara diyor ki;
Ben bu toprakları satın alıyorum siz de gidin!
ABD’nin geleneksel emperyal, sömürgeci politikasını en açık ve pervasız haliyle temsil eden Donald Trump diyor bunu.
Bir milleti yok ederek, mülteci durumuna düşürerek topraklarını satın almak, yalnızca siyasi bir mesaj değildir; savaşın yeni ekonomi politiğinin en açık ifadesidir.
Belki haritalar yeniden çizilmiyor ama servetler yeniden dağıtılıyor.
Türkiye’de her büyük yıkımdan sonra kolektif bir refleks devreye giriyor: Yas, öfke, dayanışma ve nihayetinde unutma.
Oysa her seferinde hep bir ağızdan “unutmadık!” diye bağırıyoruz.
Büyük bir yalan!
Devlet yetkilileri, belediye başkanları, STK’lar, iş insanları, gazeteciler, hatta sokaktaki sıradan yurttaşlar olarak çok çabuk unutuyoruz.
Çünkü biz sorunlara köklü çözüm üretme konusunda ciddiyetsiz bir toplumuz.
Uzun vadeli iyileştirici yatırımlara tahammülümüz yok.
Türkiye’de felaketleri önlemeye yönelik yatırım yapmak, çöpe atılan para gibi görülüyor.
Olası bir felakete karşı önlem almak yerine günü kurtarmaya, kısa vadeli kazançları garanti altına almaya çalışıyoruz.
Fransız yapımı “Le Bureau des Légendes” adlı dizide, terör örgütü üyesi bir kadını canlandıran oyuncu Melisa Sözen hakkında soruşturma açıldı.
Nedeni oyuncunun rol gereği de olsa terör örgütünün üniformasını giyerek örgüt propagandası yapması…
Bu mantıkla birçok dizide teröristleri canlandıran oyuncuların da yargılanması gerekir.
Hatta yıllardır sayısız dizide devlet adına cinayet işlemeyi meşrulaştıran mafya karakterlerini canlandıran oyuncuların da…
AK Partili Orhan Miroğlu, X hesabından konuya ilişkin şu yorumu yaptı:
“Dünyada bir oyuncu hakkında üstelik rolünden ötürü soruşturma açılmasının bir örneği var mı bilmiyorum…”
Dünyada da belki vardır ama bu tür soruşturmaların bizde ilk olmadığı kesin.
Geçmişte de çok sayıda ressam, yazar, oyuncu “neyi ima ettikleri” iddiasıyla biraz da niyet okuyan çeşitli suçlamalara maruz kaldı.
Bizim hikâyemiz hiç değişmiyor.
46 yıl önce halkın haber alma, bilgi edinme hakkına saygı gösteren, doğrulatılamayan hiçbir haberi kullanmayan, siyasi partilere eşit uzaklıkta durmayı başaran, Abdi İpekçi gibi gazetecilerin hain kurşunlara nasıl hedef olduğunu tartışıyorduk.
Bugün gözaltı ve tutuklamalarla sürdürülen gazeteciliği, neyin gazetecilik faaliyeti olup olmadığını tartışmak zorunda bırakılıyoruz.
Oysa dünya medyası bugün bambaşka bir yöne evrildi. Dijital gözetleme kapitalizmini yaratan yapay zekâ, dünya medyasının bir numaralı sorunu oldu.
Çünkü yapay zekâ, artık sadece ileri bir teknoloji değil, küresel politikaların ve bireysel özgürlüklerin de en büyük belirleyicisi haline geldi.
Öyle ki bugün Çin’in yüz tanıma sistemleriyle vatandaşlarını izlediği, ABD’nin teknoloji devleriyle ulusal güvenlik politikalarını şekillendirdiği ve Avrupa’nın bireysel hakları koruma çabası içinde olduğu bir dünyadayız.
Dolayısıyla dünya medyası şu sorunun peşine düşmüş
Felaket karşısında “yas” tutma biçimimiz, “dayanışma” kültürümüzün de bir yansımasıdır.
Mesela mahallemizde bir cenaze varsa, bir komşumuz vefat etmişse, evde müzik, radyo çalınmaz, televizyon açılmazdı, hala öyle.
Deprem, yangın, sel gibi milli felaketler, yıkımlar, kayıplar hepimizin ortak acısı.
En azından biz böyle öğrendik.
Kartalkaya kayak tesislerinde bir otelde çıkan yangında insanların çok trajik bir şekilde hayatlarını kaybetmesiyle bu acıyı yeniden yaşadık.
Bu felakete neden olan ihmaller zinciri ve kimsenin sorumluluk almaması artık bizi şaşırtmıyor.
Çünkü hemen her felakette ortaya çıkan ihmaller zinciri bizim normalimiz sayılıyor artık.
Fakat çoğumuzu endişelendiren, şaşırtan toplumun bir kesiminin bu felaket karşısında verdiği tepki.
Sosyal medyanın hayattaki “rolü” dramatik bir şekilde değişti.
İletişim aracı, özellikle ünlüler için bir tür imaj yönetimi ve gelir kaynağına dönüştü.
İnsanlar artık özel hayatlarını yakın çevreleriyle değil, tanımadıkları geniş bir takipçi kitlesiyle paylaşmayı tercih ediyor.
Galatasaraylı futbolcu Mauro Icardi ve sosyal medyanın tartışmalı figürlerinden eşi Wanda Nara, bu yeni dönemin en dikkat çekici örneklerinden biri.
Çift, ilişkilerini âdeta bir dizi film gibi her gün sosyal medya aracılığıyla kitlelere sunuyor.
Karşılıklı ihanetler, yazılan mesajlar ve dikkat çeken fotoğraflarla “her şeyi sergileme” anlayışıyla örülü bu hikaye, toplumun gözetleme arzusunu da tetikliyor.
***
Belli ki, artık mahremiyetin sınırlarının giderek belirsizleştiği bir çağda yaşıyoruz.