Kanada’dan Sibirya’ya, Yunanistan’dan Kaliforniya’ya, Avustralya’dan Türkiye’nin kıyılarına kadar dünya yeniden tutuştu.
Bazı yerlerde sıcaklık 50 dereceyi aştı.
Buzullar hızla eriyor, su kaynakları çekiliyor, yaban hayatı yok oluyor.
Ama ekranlarımızda bu haberler birkaç dakika yer buluyor, sonra yeniden savaşlar, seçimler, siyasi kampanyalar, linçler, kutuplaşmalar…
Sanki doğa bir başka gezegene aitmiş gibi.
Oysa bu yangınlar, sadece ağaçları değil insan uygarlığının temellerini hedefliyor.
Sağlığımız, gıda güvenliğimiz, ekosistem dengemiz…
Hepsi birlikte yanıyor, geleceğimiz kül oluyor.
Ceza suçluyu dönüştürmeye yeter mi? Yoksa vicdan toplumun inşa ettiği bir şey mi? Kuşkusuz adalet sisteminde yapılan her reform, belirli bir teknik iyileştirmeyi hedefler.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un açıkladığı yeni infaz düzenlemeleri, toplumda giderek kökleşen cezasızlık algısını kırmayı amaçlıyor.
Yeni düzenlemeyle artık 6 ay hapis cezası alan biri en az 9 gün, 2 yıl ceza alan biri ise en az 36 gün cezaevinde kalacak.
Bakan Tunç’un 3,6 milyon suçluya yönelik iyileştirme faaliyeti, 1,4 milyon kişiye kamu hizmeti görevi, 71 bin kişinin elektronik izleme sistemine dahil edilmesi yönündeki açıklamaları da devletin yalnızca cezalandırmak değil, suçluyu topluma kazandırmak gibi bir hedefi olduğunu gösteriyor.
Toplumun adalet anlayışı sadece yasalarla değil, toplumsal hafızayla, ahlakla ve şiddetle kurduğu ilişkiyle de şekillenir.
Yani ceza ve rehabilitasyon suçlunun zihninde bir değişim yaratmıyorsa, yasaların da işlevi kalmaz.
Bu nedenle ceza süresinden önce değişmesi gereken, suçun toplumsal algısı.
Cezanın süreyle değil, anlamla
17 Temmuz 1993 sabahı…
Akçakoca’da bir teknenin içinde küçük bir kız, babasına bağırarak seslendi. “Baba, denizden bir adam çıktı.”
Suyun yüzünde bir heykel, dalgalarla sürekli ters yüz oluyordu. Mahmut Kaptan anlam veremedi. Kardeşini çağırdı.
O da baktı ve “Bu Lenin,” dedi. Lenin’in heykelini halatla bağlayıp Akçakoca sahiline yöneldiler.
İnsanlar kıyıya vuran sakallı, vizon kürklü, burnu kopmuş heykelin başında toplandı.
Heykeli herkes görmek, dokunmak istiyordu. İçlerinden biri: “Ağaçtan yapılmış, sanki ağaca can vermişler,” dedi.
Bir heykeltıraşın elinden çıktığı belliydi.
Peki, ama kimin heykeli?
İsrail, düzenlediği son operasyonla İran’daki önemli nükleer ve askeri tesisleri hedef aldı.
İran Tel Aviv’e füzelerle saldırarak karşılık verdi.
Trump nükleer silahı bahane ederek bir sonraki saldırının daha acımasız olacağını söyleyerek gerilimi tırmandırdı.
Çünkü nükleer silah bahanesi, bu iki ülke için işgalin en geçerli pasaportu oldu.
Bütün bunlar giderek anlamsızlaşan bir dünyada nükleer paylaşım savaşının ilk fragmanları sayılır.
Burada mesele gerçek tehdit değil, tehdit algısını kimin şekillendirdiği.
Çünkü sahnedekilerin niyetiyle, perdenin arkasındakilerin çıkarı her zamankinden daha karmaşık.
Nükleer gerekçe artık savaşı meşrulaştırmanın en etkili araçlarından biri.
Amerikan demokrasisi yalnızca seçimlerle değil, biri geleceği tasarladığını, diğeri geçmişi yeniden iktidara taşımak istediğini söyleyen iki adamın güç kavgasıyla yeniden şekilleniyor.
Elon Musk ile Donald Trump arasındaki gerilim, artık kişisel bir restleşmenin ötesinde.
Her gün biri diğerini tehdit ediyor, uyarıyor ya da aşağılıyor.
Ancak bu kavga, yalnızca iki güçlü adamın kapışması değil; devletin ve sermayenin geleceğine dair büyük bir çatışmanın sahnesi.
Musk’ın Trump’ın ekonomi paketine “iğrenç bir rezalet” diyerek karşı çıkmasıyla başlayan Trump’ın “nankörlük” çıkışıyla kişiselleştirilmeye çalışılan bu gerilim, bir iktidar savaşına dönüştü.
Musk, Trump’ı hüküm giymiş pedofili Jeffrey Epstein’la ilişkilendirilen belgeleri halktan saklamakla suçladı.
Açıkça devletin içindeki kirli pazarlıkları ifşa etmekle tehdit etti.
Musk’ın bu sert çıkışları devleti tanımlama gücüyle sermayeyi yönetme arzusu ara
Yasa dışı bahis, buharlaşan milyarlarca lira ve dijital cüzdanlar...
Biri yasak, diğeri serbest. Ama birlikte çalışıyorlar.
Son dönemde dijital cüzdan platformlarına yönelik adımlar, sadece bir şirketi ya da bir ismi değil, çok daha büyük bir sorunu işaret ediyor:
Türkiye’de dijital ödeme sistemleri, yasa dışı faaliyetlerin sessiz ortağı haline mi geldi?
Yasa dışı bahis piyasası, yıllardır devletin radarında. Ancak bu piyasayı dönüştüren en büyük değişim, geleneksel para akışının dijital kanallara kayması oldu.
Artık bahis siteleri banka IBAN’ı istemiyor. “Kolay para yatırma” sekmesi altında dijital cüzdan adresi veriyor. Kredi kartı istemiyor. Sadece bir telefon numarası yeterli. Ve saniyeler içinde para karşı tarafa geçiyor.
Bu kolaylık yalnızca kullanıcıya değil, suç ağlarına da hizmet ediyor. Çünkü bu sistemde iz sürmek zor, denetlemek geç, caydırmak imkânsız. Yatırılan paranın kaynağı sorulmuyor, çekilen kazancın amacı bilinmiyor. Her şey “kullanıcı inisiyatifi” diye tanımlanıyor.
Kredi kartı kullanmadan
Görüntünün, içerikten hızlı olduğu, dijital narsisizmin kurumsallaştığı bir çağdayız.
İnsanın değerini belirleyen şey, artık sizin ne kadar görünür olup olmadığınızla ilgili.
Gündelik hayatın içinden çekilmiş sıradan bir video, kimi zaman ömür adanmış bir kitabın, kapsamlı bir araştırmanın ya da bir düşünce insanının yıllara yayılan emeğinin önüne geçebiliyor.
Görünür olmayan düşünce ise, yavaş yavaş yok hükmüne indirgeniyor.
***
Oprah & Arthur Brooks: Social Media is Sabotaging Your Happiness belgeseli, bu çürümeyi birey düzeyinde gözler önüne sermekte.
Harvard Üniversitesi profesörlerinden Arthur Brooks ve medya ikonu Oprah Winfrey, sosyal medyanın bizi nasıl yanıltıcı bir mutluluk illüzyonuna ittiğini anlatıyor.
Brooks’un “görünürlük bağımlılığı” olarak tanımladığı durum, mutluluğu bir iç deneyim olmaktan çıkartıyor.
Uruguay eski Devlet Başkanı Jose Mujica’nın ölümüyle birlikte, sadece bir insan değil, dünyada giderek silinen bir siyaset biçimi de sessizce sahneden çekildi.
Çünkü Mujica bir politikacıdan çok, bir ahlaki duruştu.
Kapitalist çağın kutsadığı değerleri, mülkiyet, gösteriş, konfor ve iktidar ayrıcalıklarını reddetti.
Ne var ki dünya medyası, söz birliği etmişçesine, onun bu radikal ve eleştirel tercihini ısrarla “fakirlik” olarak etiketlemeyi seçti.
Her defasında “Dünyanın en fakir devlet başkanı” tanımlamasıyla anıldı ve böylece bir tür istisnai figür olarak marjinalleştirildi.
Bu etiket, yüzeysel bir hayranlığı dile getirse de gerçekte derin bir kavrayış eksikliğinin göstergesi olunca Mujica’nın iktidarın doğasına, tüketim toplumunun yapısına ve eşitsizliklere dair sistematik eleştirisi de görünür olmaktan çıktı.
Fakir etiketi onu izlenebilir kıldı ama anlaşılır kılmadı.