1930’ların başında birkaç Avrupalı, medeniyetin yalanlarından, savaşlarından, ekonomik buhranından, gösterişinden uzak bir hayat düşledi.
Kendi cennetlerini kurmak için Atlas Okyanusu’nun ortasında, Ekvador’a bağlı Galapagos Adaları’ndan biri olan Floreana Adası’na yerleşti.
Fakat bu cennet gibi ada bile; bir avuç insanın kötülüğüne, karanlığına, hırslarına, zulmüne yenildi…
Kötülük var olan bir dürtü, iyilik öğretilen bir duygu mu bilmiyorum ama o dengeyi sağlayan yasa, eğitim, din, ahlak Floreana Adası’nda yoktu.
Tam da bu nedenle biri bütün kibriyle kendini adanın sahibi sandı, biri ötekini kıskandı, biri güç aradı, biri de her türlü kötülüğe sessiz kalmayı seçti.
Sonunda içlerindeki karanlık büyüdükçe birbirlerini yok ettiler.
***
Devletin ve bürokrasinin dili, ciddiyet, ölçülülük ve temsil bilinci bakımdan önemlidir. Devlet diliyle sokak dili arasında görünmez ama derin mesafe yalnızca üsluptaki farktan ibaret değil elbette, bu üslup farkı devletin vakarını, temsilin ağırlığını ve kamu adına konuşmanın sorumluluğunu da içerir.
Bu dil bugün sosyal medya çağında büyük ölçüde değişti:
Bürokratın ve siyasetçinin dili, sokağın diline teslim olurken, kurumların ciddiyeti trol jargonunun içinde giderek kayboluyor.
Kısa bir süre önce ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın, Lübnan’da kendisine soru yönelten gazetecileri “hayvan gibi davranmayın” diyerek aşağılaması,
Beyaz Saray’ın bir başka gazetecinin sorusuna alaycı bir ifadeyle “Annen” yanıtını vermesi, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bir milletvekilinin Meclis Başkanı’na yönelttiği “PKK sevdanız nereden geliyor, anlamıyorum” diyerek hakaret etmesi… O eski mesafeli bürokratik dilin büyük
Nasıl anlatılır bilmiyorum ama bazen bir kare fotoğraf konuşulamayanı anlatır:
Yarısına kadar açılmış, üzerinde “Rojin Öğretmenin Sınıfı” yazılı bir kapı.
Rojin’in elinde kitap, etrafında çocuklar…
Güneş içeri süzülürken kapının eşiğinde kızını gülümseyerek izleyen bir baba.
Rojin sanki birazdan kitabı kapatıp ona dönecekmiş gibi.
Ama dönmüyor.
Oysa o karede bir babanın övüncü var; kızının kendi elleriyle kurduğu geleceğe duyduğu güven var.
O an, zamana kazınmış bir adalet isteği gibi orada kalıyor.
Birleşmiş Milletler’in 17 Ekim’i “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” ilan etmesinin üzerinden 33 yıl geçti.
O günden bugüne dünya zenginleşti, teknolojiler devrim yaşadı, milyarderler uzaya çıktı…
Dünya Bankası, bugün dünya nüfusunun yüzde 8,5’inin, yani yaklaşık 700 milyon insanın, günde 2,15 doların altında 3,5 milyar insanın da günde 6,85 doların altında yaşadığını belirtiliyor.
Yani bir insanın hayatı, bir kahve parasına eşit.
Bu ikinci gruba artık “aşırı yoksul” değil, yalnızca “yoksul” deniyor. Yani sistem diyor ki: “Sen ölmeden yaşıyorsan, şükret.”
Bu rakamları her yıl duyuyoruz, sonra unutuyoruz. Yoksulluğun kendisi değişmiyor, yalnızca dili değişiyor. Eskiden “açlık” derdik, şimdi “gelir eşitsizliği” diyoruz.
Eskiden “yoksul halklar” vardı, şimdi “gelişmekte olan ülkeler” var.
Robert De Niro’nun başrolde olduğu The Intern filminde, 70 yaşındaki bir adam gençlerle dolu bir şirkete stajyer olarak girer.
İlk günlerde herkes onunla dalga geçer, “Bu yaşta ne işi var burada?” diye şaşkınlıkla baksa da o deneyimiyle varlığını kanıtlar.
Sinemada alkışlıyoruz ama gerçek hayatta öyle değil.
Kapımıza 70’lik bir iş başvurusu gelse, “Amca sen de otur artık,” deriz.
Bunu da her yıl kutlanan Dünya Yaşlılar Günü hatırlatıyor bize.
Ne garip değil mi? İnsan hayatının en doğal evresi için özel bir gün icat etmişler.
Çünkü yaşlılık, bir günlüğüne hatırlanan ama yılın geri kalan 364 günü görmezden gelinen bir evreye dönüştü.
ABD’de Başkan Donald Trump’ın tartışmalı politikaları ve toplumda yarattığı öfke arttıkça Amerikalıların heykellere bakışındaki algı da bozuluyor.
Reşit olmayan kız çocuklarına yönelik fuhuş ağı kurduğu iddiasıyla yargılanırken hapishanede ölü bulunan milyarder Jeffrey Epstein’ı Trump’la el ele tasvir eden heykel, bir dönem kaldırıldığı Kongre binası önüne yeniden yerleştirildi.
Rushmore Dağı’nda Washington, Jefferson, Lincoln ve Roosevelt’in heybetli büstleri, günümüz Amerikası’nda artık Trump’ın yerlerde sürünen, göbekli ve çırılçıplak heykelleriyle yan yana bakıyor.
***
2016’dan bu yana Trump’ın karikatürize edilmiş onlarca heykeli dünya medyasının da gündeminde. İlk çıkışı, “İmparatorun testisleri yok” adlı çıplak Trump heykelleriyle yapan anarşist grup Indecline oldu. Parklarda ve merkezi meydanlarda sergilenen bu heykeller Amerikalıları hem şaşırttı hem eğlendirdi. Los Angeles’ta satılanlardan biri 28.000 dolara alıcı buldu. Zamanla bazıları toplatıldı, bazıları ise unutuldu.
201
ABD Başkanı Donald Trump, BM kürsüsünden yaptığı konuşmada göçmenleri “akıl sağlığı bozuk, suçlu, uyuşturucu bağımlısı” gibi ifadelerle damgaladı.
Birleşmiş Milletler’i mültecileri finanse ettiği gerekçesiyle suçladı.
Avrupalı liderlere “Sizinle ortak gelenek, din ve diğer şeylere sahip olmayan kişileri durdurmazsanız ülkeniz batar” dedi.
Sınırlarını kapatmayan liderleri “ülkelerini cehenneme sürüklemekle” itham etti.
Ama milyonlarca insanın sınır kapılarına dayanmasının, evlerini terk etmesinin nedenlerine hiç değinmedi.
Çünkü biliyor ki mesele sınırların korunamaması değil; mesele savaşlar, işgaller ve büyük güçlerin bitmeyen müdahaleleri.
★★★
Bugün dünyada 50’nin üzerinde irili ufaklı savaş ve çatışma yaşanıyor.
1985’in kışında, binlerce Afrikalı açlıktan ölürken, dünya sadece izledi.
Ta ki, Los Angeles’ta bir stüdyonun kapısına “Egolarınızı kapının dışında bırakın!..” notu asılına kadar.
İçeri Michael Jackson, Stevie Wonder, Bob Dylan, Bruce Springsteen, Tina Turner ve daha onlarca ünlü sanatçı girdi.
Şöhretlerini, egolarını, kapının dışında bırakıp bir mikrofonun önünde birleştiler.
Michael Jackson ve Lionel Richie’in birlikte yazdığı “We Are the World” şarkısını söylemek için.
O sadece bir şarkı değildi;
Etiyopya ve Sudan’da milyonlarca insan açlıktan ölürken sanatçılar “Biz dünyayız, biz çocuklarız, daha aydınlık bir gün yaratmak bizim elimizde” diyerek insanlığın kolektif vicdanı oldular.
Bu nakarat dünyaya “birlikte kurtarabiliriz” demek içindi, öyle de oldu.