Soma’da meydana gelen maden faciası ve sonrasında yaşananlar gösterdi ki; biz çare üreten değil, sorun biriktiren bir ülkeyiz. Çözüm üretemediğimiz sürece de her bir felakette, büyük fotoğrafa yansıyan bu akıl ve vicdan tutulması sürüp gidecek...
Artık hepimiz için tecrübeyle sabittir; depremler yıktı, ocaklar çöktü, grizular patladı, yüzlerce insanımızı böyle kaybettik ama hep unuttuk, yaraları sarmak yerine hep aynı şekilde, aynı bilinen nedenlerle yeniden yeniden aynı acıları yaşamak zorunda bırakıldık.
Yine yüzlerce işçi can verdi, onlarca işçi halen toprağın altındayken hâlâ acıya öfkeyle karşılık veriliyor. Hâlâ ceset torbaları üzerinden siyaset yapılıyor, felaket bölgesinden manipüle edilmiş yalanlarla sosyal medya üzerinden insanlar birbirlerine karşı kışkırtılıyor.
Felaketler bizi bölüyor
Türkiye’de ilk defa bir “felaket” bizi birleştirmiyor, aksine birbirimizi suçlayarak, hırpalayarak, döverek, tekmeleyerek, hakaret ederek bölüyor. Ortada ne devlet terbiyesi kaldı ne de insanların acılarına saygı. Peki bizi böyle bir acı bile bir araya getiremiyorsa ne getirecek?
HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, İmralı’da Abdullah Öcalan’la devlet heyeti arasında gerçekleşen iki görüşmeyi geçtiğimiz hafta Milliyet’e değerlendirdi.
Buldan bu görüşmelerde sürecin devam etmesi konusunda konsensüs (uzlaşma) sağlandığını, Öcalan’ın Kürt sorununun çözümü için iki yasa üzerinde ısrar ettiğini ve moralinin önceki görüşmelere nazaran yüksek olduğu yönünde bir değerlendirme yapınca Milliyet habere “İmralı ile iki konuda uzlaşma” başlığını attı.
Haberin spotunda ise “İmralı’da Öcalan’la görüşme heyetinde yer alan Buldan, ‘Bölgesel Özerk Yönetim Yasası’ ve ‘Demokratik Sivil Toplum Yasası’ konusunda hükümetle uzlaşmaya varıldığını söyledi” ifadelerine yer verildi.
Sürece ilişkin mutabakat
Söz konusu haberde devletle Öcalan arasında sağlanan mutabakattan kasıt; sürece ilişkin talepler ve yapılması gerekenlerle ilgili ön görüşmede uzlaşmaya varılması üzerine. Yani sürecin işlemesi adına yapılan bir mutabakat söz konusu.
Haberin içerisinde Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünün bu iki yasaya bağlı olduğunu ve bu nedenle bu yasalar konusunda “ısrar ettiği” bilgisine de yer veriliyor. Devletin bu yasalarla ilgili tutumunun ne olacağı yönünde bir bilgi
Bir kafede oturmuş iki kadın Kars’ta Mert, Manisa’da Umut, Adana’da Gizem’in nasıl öldürüldüklerini konuşuyor. Masalarında duran Milliyet gazetesi dikkatimi çekti. Öldürülen Gizem’in fotoğrafı birinci sayfadan verilmiş, Tolga Şardan’ın özel haberinde Gizem’in ailesi zanlının iki kez ifadeye çağrılmasına rağmen “O olamaz o bizim akrabamız ciğerimiz’ dediği için habere “Ciğerimiz katil çıktı” başlığı atılmıştı. Kadınlardan biri panik içerisinde “En yakınlarımıza bile artık güvenemeyecek miyiz?” diyordu.
5 bin 681 çocuk kayıp
Görünen o ki; bu tür olayları daha da konuşacağız... İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, 5 bin 681 çocuk kayıp. Türkiye’de ortalama ayda 2 bin 500 - 3 bin çocuk çeşitli nedenlerle kayboluyor veya kaçırılıyor. Geçen Mart ayında ise 4 bin 85 çocuk için kayıp başvurusunda bulunuldu. Bu çocukların 215’i bulunamadı. Sadece geçen yıl yaşam hakkı ihlal edilen en az 633 çocuk hayatını kaybetti.
Dolayısıyla çocuklara yönelik, çoğu ölümle sonuçlanan şiddet olaylarında son yıllardaki artış haliyle toplumda “Ahlaki (Moral) Panik yaratıyor. Yani tehdit olarak görülen, sapkın davranış sergileyen bireylere ya da bir gruba karşı toplumsal tepki, bu da toplumsal
Türkiye’de kelimelerin zenginliği başta edebiyat olmak üzere yazım dünyası için inanılmaz derinlikte ve güzelliktedir. Ancak bazı kelimelerin anlamı üzerinden nefret söylemini yeniden yaratmak da mümkün hale gelebiliyor.
Nefret söylemi belli bir etnik, dinsel, ekonomik vb. grubu küçük düşüren, hedef gösteren, grupla alay eden veya gruba küfreden ifadeler içerir ve kelimeleri nerede nasıl kullandığınızın önemi de burada ortaya çıkar.
Milliyet Gazetesi Bulmaca ekinde “Müslüman olmayan” sorusuna “Gâvur, “Yunan asıllı” sorusunun karşılığını da Rum yazılması gibi... Skonusu ifadeler okurlarımızın da dikkatinden kaçmadı.
Kerem Turan adlı okurumuz baba tarafının Müslüman, anne tarafının ise Hristiyan olduğunu hatırlatarak şöyle diyor: “Babaannem anne tarafımı kabullenememiş olduğundan belki de ne zaman bana kızsa “Gâvur” diye hitap ederdi. Gâvur onun için bir hakaret biçimiydi. Kuşaktan kuşağa böyle yayılıyor ve kimse bunu düzeltmiyor. “Müslüman olmayan”ın başka birçok karşılığı olabilir ama bunun karşılığı Gâvur olmamalıdır. Çünkü Türkçede yaygın olarak bu hakaret olarak kullanılıyor. “Yunan asıllı” sorusun karşılığı da Rum değildir. Yunanistan dışında Müslüman ülkelerde
Türkiye’de son on yıl içerisinde sağlıkta önemli bir dönüşüm yaşandığı; özellikle dar gelirli vatandaşlara dönük sağlık hizmetinin yaygınlaştırıldığı, insanların sağlık hizmetine erişiminin kolaylaştırıldığı ve reform niteliğinde gelişmeler sağlandığı artık bilinen bir gerçek.
Batıda kamu hizmet standardının korunması için gösterilen çabaların bir sonucu olarak tıp alanındaki gelişmeler ise baş döndürecek kadar hızlı. Peki, bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıyıp yansımadığını söylemek mümkün mü?
Geçtiğimiz hafta cerrahi alanındaki yenilikler, güncel uygulamalar, problemli senaryoları konu alan 19. Ulusal Cerrahi Kongresi’nin basında hak ettiği yeri bulmaması okurlarımızın dikkatinden kaçmadı.
Tıp kongresinin önemi
Kadir. M. Tarsus adlı okurumuz sağlık alanında hep sorunların öne çıkartıldığını; hastanelerde cihaz olmadığı için ölen hastaların, yanlış tedavi yöntemlerinin, hasta yakınları tarafından dövülen doktorların ya da tıp fakültesinin sayısının nasıl arttığının hep haber olarak değerlendirildiğini hatırlatarak kısaca şöyle diyor:
“Dolayısıyla Ulusal Cerrahi Kongresi’nin gazetelerde yer bulmaması, gazetecilerin sağlık ve tıp sorunlarına belki ama tıp alanındaki
Küresel ısınma ve iklim değişikliği doğuracağı sonuçlar itibariyle, dünya gündemindeki en önemli konulardan birini oluşturmakta. Birleşmiş Milletler’in küresel ısınmadan ötürü dünyayı bekleyen tehlikelere dikkat çektiği son raporu da felaketlerin boyutunun çok büyük olabileceği yönünde. Yüzlerce bilim insanının araştırmalarına dayanarak hazırlanan rapora göre; elimizden kayıp giden dünya; giderek daha çok kirlenecek, daha yoksul olacak, gıda ve su kıtlığının arttığı, sağlık sorunlarının çoğaldığı, ülkelerarası yeni çatışmaların ortaya çıktığı bir döneme girecek. Dolayısıyla hükümetlerin iklim değişikliği politikaları ve olası felaketlere karşı alınacak önlemler akademisyen çevrelerinde gündeminde.
Haberde başlığın önemi
Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde; iklim değişikliğinin tarımdan insan sağlığına ve altyapı sistemlerine kadar hayatımızın her alanını nasıl etkileyeceği konusunda gerçekleşen toplantı Milliyet’te “Gıda fiyatları yüzde 85 artacak” başlığıyla yer buldu.
Okurumuz Nazan Demirci haberin başlığının ilk anda ekonomi haberi izlenimi doğurduğunu hatırlatarak şöyle diyor: “Küresel ısınmanın fiyatları nasıl etkileyeceğini bilmek, insan yaşamını ve
Medya yerel seçime kilitlenince; derin devletin “ilk” cinayetlerinden biri olarak kayıtlara geçen yazar Sabahattin Ali ile derin devleti deşifre ettiği için öldürülen savcı Doğan Öz’ü ölüm yıldönümlerinde hatırlamadı.
Bugüne kadar işlenen ama hiçbiri çözülmemiş onca cinayeti kamuoyuna yeniden hatırlatmanın ne gibi bir yararı var?
İletişim uzmanlarına göre hatırlatmak; “öç” almak için değildir. Toplumsal bellek, sadece tarihsel hafızayı oluşturmuyor, aynı zamanda kimliklerimizin oluşmasında da önemli bir rol üstleniyor. Dolayısıyla birbirimizle sürekli kutuplaşan, farklılaşan, bizi birbirimize yabancılaştıran acıları hatırlatmak, acıyı ortak toplumsal bir bilince dönüştürmek içindir...
Unutturulmasın
Toplumsal Bellek Platformu’ndan Meryem Göktepe Okur Temsilcisi’ne gönderdiği yazıda bu hatırlatmanın önemine değinerek şöyle diyor: “Kaybettiğimiz, kaybettirilen, zorla elimizden alınan canlarımız için unutulmasın, unutturulmasın diye yola koyulduk. Toplumsal belleğimizi canlı tutmak ve yaşanılan acıların bir daha yaşanmaması için bir araya geldiğimiz Toplumsal Bellek Platformu ailelerinden biri olan Abdi İpekçi’nin gazetesi Milliyet ne yazık ki; 24 Mart’ta kontrgerilla
Bize öğretilen şudur; “Gazeteci taraf tutmaz”
Gerçek biraz daha farklıdır. Gazeteciler de taraftır. Ancak bu bir siyasi parti veya kişilerden yana taraf olma hali değildir. Gazeteci, siyasi iktidarın ya da muhalefetin kendisinin değil, mevcut ya da olası politikalarının ‘demokrasi ve hukuk devletinde’ doğuracağı sonuçlar itibariyle ancak meselenin tarafı olabilir.
Buna karşın meslek etiğine uygun olmayan durumlarda yok değil. Basının bir süredir gerilimli ve çatışmacı bir üslupla sürdürdüğü, komplo iddiaları üzerinden şekillenen gerçeklik algısı, ve tarihinin en gergin kampanyası doğal olarak dün seçim sandıklarına da yansıdı.
Türkiye’de medya nefret söylemlerinin uzun dönemli etkilerini ve sonuçlarını göz ardı eden, toplumun çatışmalardan nasıl etkilendiğini sorgulamayan ve hatta giderek çatışmanın yeniden üretilmesine hizmet eden bir “güce” mi dönüştü?
Özellikle sosyal medyanın bu çatışmacı ortamda iyi sınav vermediği artık bilinen bir gerçek... Küfürlerin, ağır hakaretlerin, hatta tehditlerin havada uçuştuğu sosyal medya karşısında, yazılı ve görsel medyanın soğukkanlılığını yitirmemesi, bu kutuplaşmayı daha da derinleştirmemesi açısından önemli
Tam da bu nedenle;