Türkiye, toprağının en önemli insanlarından birini toprağa verdi dün... Vefatının ardından, bu ülkenin toprağının gerçek sevdalısını, yaşadığı coğrafyaya en muhteşem mirası bırakan, dünyanın en önemli çevrecilerinden Hayrettin Karaca’yı bir kere daha anmak, bilene bilmeyene anlatmak istedim...
‘Toprak Dede’ ve ‘Orman Kahramanı’ isimleriyle tanınan ve TEMA Vakfı’nun kurucusu Hayrettin Karaca, son yıllarda sansasyonlarla itibar kaybı yaşayan Nobel Ödülleri’ne alternatif bir oluşum olan ve bir anda dünya genelinde büyük saygınlık kazanarak ‘Alternatif Nobel Ödülü’ olarak anılan ‘Doğru Yaşam Onur Ödülü’nün de 2012 yılında sahibi olmuştu. Birleşmiş Milletler tarafından da ‘Orman Kahramanı’ seçilen Karaca, 1998’de, ‘Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görülmüştü. Yakından tanıma imkanı bulamadığım için bugün çok üzgünüm.
Üzerinden çıkarmadığı, oğlunun artık ipliklerle yaptığı kırmızı kazağıyla hatırlamak bile insanın içini ısıtıyor ve toprakla orman için adanmış bu yaşam hikayesinden ilham almaya devam etmek bile dünyayı güzelleştirmeye bir adım yaklaştırıyor. İşte, doğayı korumaya ve çevre bilinciyle çocukları yetiştirmeye ömrünü adamış ‘Toprak Dede’nin ardından kısa kısa, hatırlama...
Çevreye adanmış hayat
- Hayrettin Karaca, ünlü triko markası Çift Geyik Karaca’nın eski sahibi, aileden sanayici ve yıllarca Türkiye’nin ihracat lideri... İşin ilginç yanı, kendisi hiçbir zaman sanayici olmak istemiyor, aile işi olduğu için geleneksel düzene yani babasına karşı çıkamıyor ve şirketin başına geçmek zorunda kalıyor. Kendi hayaliyse hep edebiyat ve doğayla iç içe olmak. Dünya çapındaki en büyük trikoculardan Karaca, 20 yılı aşkın süredir, artık iplerden örülmüş kazağının dışında başka şey giymiyor, çünkü çevreciliğe kendini adadıktan itibaren, tüketime karşı çıkıyor.
- 50’li yaşlarından itibaren ticari başarısına değil; hayalini kurduğu doğaya katkı sağlamak için çalışıyor. Türkiye’nin ilk özel arboretumunu kuruyor ve dört bir yanından getirdiği tohumlarla 14 bin tür barındıran, tehlikedeki türler için de gen koruma merkezi olan dünyanın bildiği bir bilim alanı oluyor. Hatta, Hannover Üniversitesi Profesörü Mayer, “Şimdiye kadar hiç kişisel çıkar gütmeden, kendini insanlığın yararına çalışmaya adamış böyle birine rastlamadım” diye
anlatıyor onu.
Yaşasın tatilll...
İşte yarıyıl tatilinde çocuk etkinlikleri rehberi...Yaşasın tatilll... İşte yarıyıl tatilinde çocuk etkinlikleri rehberi...
İKSV: Kısa filmlerle tatil boyunca eğlenme, düşünme ve keşfetme... Filmlerin üzerine bağlantılı atölyelerle zengin bir program var. Ücretsiz ama rezervasyon şart!
İBB Çocuk Meclisi: İstanbul Büyükşehir Belediyesi, tatil boyunca hafta içi etkinlikler düzenlemiş. Silivrikapı Buz Pisti’nde eğitmenler tarafından verilen buz pateni dersleri, Miniatürk, 1453 Tarih Müzesi, Şair Tevfik Fikret’in yaşadığı ev olan ve bugün Abdülhak Hamid’ten şairlere kadar pek çok önemli şahsın kişisel eşyalarının sergilendiği Aşiyan Müzesi, Şişli’deki Atatürk Müzesi, çeşitli yaşlara göre çocuklara ilginç gelebilecek etkinlik alanları... Tabii ki, Tarihi Yarımada’nın ‘Muhteşem 5’lisi’ mutlaka ziyaret edilmeli; Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi, Sultan Ahmet Camii, Yerabatan Sarnıcı ve Arkeoloji Müzesi.
2020 yılına girmemizle birlikte, internet ortamında yeni sezon diziler de çoğaldı. Kimi 2019’un son dönemecinde, kimi de 2020’ye girer girmez başlayan yeni serüvenlerin izlediklerim arasından, izleyicilere ilginç geldiğini gördüğüm bazılarına şöyle bir göz atalım...
Yeni yılın ilk günü, Netflix’in yeni dizisi ‘Mesih’, dünya gündeminde ‘TT’ oldu ve ‘En Çok İzlenenler’ arasına girdi. Suriye, İran ve Amerika üçgeninde geçiyor ama Ürdün’den Türkiye’ye kadar geniş bir Orta Doğu siyasetini içeriyor. Dizi, Ürdün ve ABD’de çekilmiş. Hatta, Ürdün’de yayından kaldırılmasını isteyenler olduğu basına yansıdı. Özellikle, Türkiye, İsrail, İspanya ve Ürdün’de dizi çok tartışılan bir yapım oldu. Ana karakter, kutsal kitaplarda geçen, ‘Mesih’ olduğu düşünülen bir kişi. Bu arada minik bir detay, ‘Mesih’ rolünü oynayan oyuncunun gerçek ismi Mehdi... “Tesadüfün böylesi!” diyor ve Fas asıllı Belçikalı aktörün role çok yakıştığını belirtmek istiyorum. İleriki dönemlerde adını epey duyacağımız bir oyuncu olma ihtimali yüksek.
Şaşırtan hassasiyet
Filmin diğer baş karakteri, CIA ajanı bir kadın (‘Görevimiz Tehlike 3’ten hatırlayacağınız Michelle Monaghan) ki onun da adı Eva; eh burada da bir Eve-Havva göndermesi çıkıyor karşımıza... Ayrıca dizide karşımıza çıkan isimlere dikkat edersek, hepsinde kutsal kitaplardan alıntılar olduğu gözden kaçmıyor. Miriam-Meryem, Jabril-Cebrail gibi... Bu CIA görevlisi kadın, ‘Mesih’in uluslararası terörizmi körükleyen bir ajan olduğuna inanıyor ve izini sürerek, yalan bombasını patlatmaya çalışıyor. Dizinin ilk bölümleri biraz yavaş da olsa, altıncı bölüm zirve yapıyor.
İlk sezon 10 bölümden oluşuyor ve sonuna kadar, ‘Acaba bu adam gerçekten Mesih mi yoksa bir şarlatan mı?’ diye sorgulatmayı amaçlıyor. Bu noktada ilginç olan, bir Amerikan yapımı ‘Mesih’in, böyle hassas bir konuyu hem politik hem de inanç ekseninde ele alırken, dinleri ve inananları rencide edecek hiçbir açık vermemesi... Doğrusu bu beni epey şaşırttı. Çünkü baş karakter, ilk sahneden başlayarak Müslümanlar arasında ortaya çıkıp, sonra Amerika’ya giderek, geniş bir mürid topluluğuna ulaşan ve inananlarca ‘Mesih’ ilan edilen bir kişi. Yani tüm dinleri aslında benzer bir ‘inanç’ ve ‘inanma ihtiyacı’ ekseninde bir arada tutan, ayrıştırmayan bir yapı kurulmuş.
Nerede olursa olsun, Suriye’de de İran’da da Amerika’da da insanların inanma ihtiyacına dair de çok benzerlik kuruyor hikaye... Yine de bunun bölgelere göre değiştiğini, Amerika içinde bile mürid olmaya gönüllü bölgelerin farklılığı belirtiliyor; bilim yerine inancı yerleştirmenin, insanların inançlarını kullanmaya hazır olanların yarattığı tuzakların altı da çiziliyor. İnsanı sürekli şüpheye düşüren ve “Hadi oradan!” demeye fırsat bırakmayan bir gerilim.
Sezon finaliyse tam “Tamam çözdüm” derken insanı fena afallatıyor. Özellikle, İslam-din-inanç gibi konularda bir Amerikan yapımından beklemediğim özen, derinlik ve hassasiyetle karşılaşmak beni şaşırttı. İzlemeye değer... Netflix bu dizi için ‘18 yaş üzeri’ uyarısı veriyor, bilginize...
Diğer yapımlar
Bin sezonluk dizi yapmışlar, adını da ‘Royal’ koymuşlar...Dünyada, İngiliz Kraliyet Ailesi kadar uzun soluklu bir seyirlik yoktur. Tüm dizi yapımcılarının örnek alması gerekir. Bin senedir kendilerini seyrettirdiklerini düşünürsek, tam anlamıyla bir ‘reality show’, hatta Kardashianlar’ın atası filan diye de düşünebiliriz. Ne zaman biraz ilgiyi kaybedecek gibi olsalar, hemen bir magazin ve aile içi yeni bir macerayla reytinglerini yükseltmeyi çok iyi biliyorlar. Zenginlik, ihtişam, prensler-prensesler, kan, nefret, acı, gözyaşı, savaş, aşk ve intikam, ne ararsan bulabileceğin başka böyle bir tane dizi sayamazsın dünya tarihinde...
O sebeple ki, televizyonun toplum hayatına girmesiyle, tam sona yaklaştıkları ve yıkılma tehlikesi geçirdikleri sırada, bu yeni mecrayı hemen saray içine soktular ve yeniden gündeme oturmayı başardılar. Ve bin yıl daha vizyonda kalmak için her şeyi yaparlar.Bu hafta, Kraliçe Elizabeth’in torunu ‘Lady Di’ ile Prens Charles’ın oğlu Harry ve Amerikalı dizi oyuncusu eşi Meghan, Kraliyet’ten ayrıldıklarını açıkladı. Bana kalırsa, tam bir ‘sezon finali’ oldu bu.
Sonunda büyük gün geldi ve sahnedeki 30’uncu yılım için son üç aydır soluksuz hazırlandığım yeni tek kişilik oyunum ‘Hayal Satıcısı’nın prömiyeri, Kenter Tiyatrosu’nda gerçekleşti. Bir rüya gibi... Sanki, hiç gelmeyecek, hiç geçmeyecek, heyecandan bayılır da bitiremem dediğim o gün, ilk sahneye adım attığım andan beri beni en yakından takip eden vefalı seyirciyle, oyuncu arkadaşlarım, kadim dostlarım, sanat akademisyenleri ve gencecik öğrencilerle sarıp sarmalandım ve Yıldız Hocam’ın ışığı altında, büyüleyici bir anı olarak hayatıma kazındı.
Ben miladımı, henüz 19 yaşındayken, Kent Oyuncuları’na katılarak, Kenter Tiyatrosu’nda sahneye adım attığım ‘Şafak Yıldızları’ olarak sayarım. Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Gül Onat, Mübeccel Vardar, Suzan Aksoy ve Celal Kadri Kınoğlu’yla, ilk başrolümdü. Henüz konservatuvar öğrencisiyken, Yıldız Hoca okulda beni seçmiş ve kendi tiyatrosuna alarak, büyük bir başlangıç yapmama imkan vermişti.
Yıldız Kenter’in ‘hocalığı’
Hiç unutmadığım anım, sahnede prova yaparken Yıldız Hoca beni tiyatronun dışına çağırdı, bir baktım Harbiye’deki ana caddeye bakan tiyatronun girişine dev boyutta bir bez afiş astırıyor. Her zaman her işin başında kendisi dururdu ve ben de bugün en küçük detayla bile mutlaka kendim ilgilenmeyi, o günlerde öğrendim. Yanına gittiğimde bana “Yukarı bak” dedi ve adımın afişte en üstte yazdığını gördüm. İkinci yazan isim Yıldız Kenter’di. Dizlerimin bağı çözüldü ve “Hocam n’aptınız!” diyebildim ancak; her zamanki o keskin bakışları ve kararlı sesiyle bana döndü ve “Bu afişteki yerine bak ve taşıdığın sorumluluğu bil, git ona göre çalış ve yerini hakederek oyna” dedi. Aşağıya indiğimde hıçkırıklar içindeydim çünkü henüz
19 yaşındaydım ve omzumda hiç böyle bir ağırlık hissetmemiştim. Nefesim kesilmişti. Sevinmeye bile takatim kalmamıştı, hayatımda bir daha hiç o günkü kadar korkmadım.
Elbette ki Yıldız Kenter isminin nerde yazdığının bir önemi yoktu seyirci için, zaten onu izlemeye geliyorlardı. Ama ‘Yıldız Hoca’, yine ‘hocalığını’ yapmıştı ve hem bir öğrencisini seyirciye altını çize çize tanıtmış hem de o öğrenciye ömür boyu taşımaktan asla vazgeçmeyeceği sorumluluk duygusunu aşılamıştı.
Tiyatroya gönül vermek
Ve 30 yıl sonra bu sene, her zaman önceliği tiyatroya vermiş, en yoğun dizi zamanları bile yine sahneden inmemiş, hep oyunlarla tamamlanmış hayatıma bir hediye vermek istedim. Bunu yaparken de yaşadığım topluma değecek, her zaman bir aktivist olarak da sorunlarıyla hemhal olduğu kadınların aklının köşesinde küçük de olsa bir iz bırakacak, kendime meydan okuyarak sınırlarımı zorlayacak bir şey yapmak istedim.
Yeni yıl dileklerini hayata geçirmeye başlamak için ilk gün bugün. Sakın, diyet gibi yeni umutları hayata geçirmek için ilk adımı pazartesiye bırakmaya kalkmayalım, sonra bir bakmışız, 2021’e girerken elde sıfıra sıfır, üzerimize yapışan kilolar misali ertelenmiş hayallerin yüküyle biraz daha ağırlaşmışız. Ben tam da bu duygularla, yeni yılın ilk yazısını biraz komik bir savaşın taraflarına barış çağrısı için ayırıyorum. Pek çok savaş gibi Amerika’dan başlayıp, ülkemize henüz sıçramakta olan nesiller savaşı ‘boomer-zoomer’ kavgasına “Dur” diyorum!
Şimdi bilmeyenler ya da hafifçe kulağına çalınmış olanlar için kısaca bir açıklayalım: Efendim, diyeceksiniz ki “İki nesil çatışması her zaman vardı”. Haklısınız ama bu defaki pek ateşli ve üstelik eskisi gibi anne-babayla çocuklar arasında değil; dede-torun çatışması çıktı ortaya! Aslında bu Amerikan kültürüne ait bir şey ama malum biz her şeyi Amerika’dan alıp kullanmayı çok severiz. Önce bahsi geçen nesilleri bir tanıyalım; ‘Boomer’ daha doğrusu ‘baby boomer’ denilen nesil, Amerika’da II. Dünya Savaşı sonrası nüfus patlamasıyla doğanlara verilen isim. Bu da 1945-1964 yılları arasında doğmuş
olanları kapsıyor. O dönem politik olarak da Amerika’da, çok çocuk sahibi olmaya yönlendirilmiş insanlar ve özellikle 50’lerde bebek patlaması yaşanmış.
İşte günümüzde, büyükleri tarafından “Of hep bilgisayar başındasın, elinde telefon” diye eleştirilen yeni nesil, kendini küçük gördüğünü düşündüğü bu nesille kavga ederken, alaya almak için “Ok boomer” diye laf atıyor!
Tartışma alev aldı
Donal Trump’ın seçilmesinden sonra Twitter kavgaları iyice hararet kazanınca, nesiller arası tartışma alev aldı. Gençler, biraz da dünyayı mahvettiklerini düşündükleri Trump neslinin beğenmedikleri ya da eski kafalı olduğunu düşündükleri fikirlerine karşı
“Ok boomer” diyerek, “He he tamam anladık amca/emekli” tadında alayla cevap vermiş oluyorlar. Kuşkusuz bu durduk yerde olmuyor.
Yeni yıl kutlamalarına bayılırım. Bana renk olsun, ışık olsun, umut olsun, kutlama yapmaya bahane ararım... Haftalar öncesinde başlayan, içinde bulunduğumuz seneyi uğurlayan ev buluşmalarını severim en çok... Sonra kermesler, davetler, hiçbir şey olmasa bile en azından ışıklı ağaçlar arasında yürüyüşler... Hele eskiden bizde ne heyecanla kutlanırdı, sonra herkesin hevesini kursağında bırakmaya meraklı troller, başladılar “Vay efendim yeni yılı kutlamak şöyle kötü böyle özenti!” diye... En eski ağaç süsleme kültürünün Türk geleneklerinden olduğunu bilmeyenler, çamları düşman bellediler.
Her şey bir yana, yeni umutlardan, neşeden ve biraz eğlenceden kime zarar gelir!
Tıkayın kulaklarınızı bu yaşam düşman-larına, açın yüreğinizi nereden eserse essin, yaşama sevinci, umut ve sevgi getiren tüm rüzgarlara... Yeni yılın ilk dakikalarında ve kucaklayın sevdiklerinizi, hatta çevrenizdeki herkesi doya doya...
Rüzgar gibi geçti
Ne zamandır böyleyiz biz? Hangi dönemeçte kaybettik yolumuzu da, ne ara bu hale geldik! Bir zamanlar övünç kaynağı değerlerimizin içi bomboş şimdi! Kaybettiğimiz ne varsa saklayıp, bir de allayıp pullayıp dile dökmüş ve artık sahip olmadıklarımızı, üstümüze yakıştırmaya alışmışız... “Çok titiz milletiz” demişiz mesela... Bir yandan yere tükürüp, çöpümüzü sokağa savururken, çok ahlaklı olduğumuzu iddia etmişiz, bal tutanın parmak yalamasını hatta eve de bir kavanoz bal götürmesini marifet sayarken, dürüstlükten söz etmişiz hep çoluğa çocuğa torpille iş ararken, doğruluk nasihatleri vermişiz siyasilerin cebe indirdiklerini mübah sayarken... “Çalışkanız” diye gezeriz ama işini bileni, ‘gemisini yürüteni’ methederiz, en çok da oturduğu yerden para kazananları beğeniriz. “Bak o da okumamış ama ne güzel parayı vurmuş” der, alnının teriyle çalışanlara ‘inek’ der, güleriz... Adaleti razı olmakla, saygıyı boyun eğmekle, hürmeti ezilmekle
karıştırmışız...
En çok vefadan dem vurmuşuz ama baş tacımız olanlar azıcık tökezlerse, destek vermek yerine hemen tekme vurmuşuz... Sonuna kadar değil, köşeyi dönene kadar yoldaş oluruz... Ama sahip olmak için hiç çaba sarf etmediğimiz tüm erdemler için övünmeyi iyi biliriz...