Derya Sazak

Derya Sazak

Tüm Yazıları

Gazete yayın yönetmenlerinin ‘idari’ görevleri de vardır: Tiraj, ilan, kâğıt gelir gider dengesi, ekler vs... Gün boyunca onlarca kâğıda imza atarsınız. Seyahat avanslarını onaylarsınız. Bu hafta ‘satın alma’ formlarında patlama yapan talep, üç haftadır Türkiye’nin gündemini oluşturan Gezi Parkı’nda ‘görmek istemediğimiz sona yaklaştığımızın’ habercisiydi. Muhabir ve yazar sezgisi işte, son olarak Pelin Batu da ‘gaz maskesi’ istiyordu.

TEHLİKELİ CEPHELEŞME

Gerçi Pelin günlerdir Gezi Parkı’nda yaşıyordu ama ‘gaz maskesi’ne ihtiyaç duymamıştı.
Gaz maskesi talebini imzalarken, gazeteciliğe başladığımız 1970-80’lerin Türkiye’si ile günümüzün internet çağında ‘medya’daki değişime koşut sayılmayacak araçlar arasındaki tuhaf çelişkileri düşündüm. O zaman gazetecilere -sarı basın kartları yoksa- işe gitmeleri için belediye otobüsü bileti verilirdi. Telefonu genellikle, basın toplantısı için gittiğimiz dernekler, sendikalar, parti merkezlerinden ederdik. En konforlu alan TBMM Basın Bürosu’ydu. Çay simit devriydi o zamanlar. Kuşkusuz mutluyduk. Haber her şeyin önünde gelirdi.
Cep telefonları yoktu.
Çağrı cihazları için 1990’ları beklememiz gerekecekti. Meclis’ten Çankaya’ya, Ulus’tan Rüzgarlı Sokak’a yürüyerek, koşarcasına gittiğimiz çok olurdu. Artık internet çağındayız, akıllı bilgisayarlar, elektronik postalar, mesajlar, tweet’ler dünyasında ‘sınırsız erişim’ içindeyiz. Böylesine bir ortamda muhabirler, yazarlar neden ‘gaz maskesi’ne ihtiyaç duyarlar?!
Hazindir.
Sadece gazeteciler mi, toplantı ve gösteri haklarını kullananlar, demokrasi içinde özgürce taleplerini ifade edenler, neden kask giyerler, gaz maskesine ihtiyaç duyarlar?! Gaz fişekleriyle kafaları gözleri parçalanmasın, yaralanmasın diye uğraşırlar?!
Büro şefleri neden hastane köşelerinde muhabirlerini ararlar?!
Kolu bacağı kırılan gazetecilerin peşinde koşarlar?
21. yüzyılın Türkiye’sinde bunu hak ediyor muyuz?
Ya Gezi Parkı’nda, ağaç kesilmesine, Topçu Kışlası adı altında betonlaşmasına karşı çıkan çevrecilerin eylemleri böyle mi son bulacaktı? Çoluk çocuk insanlar, otel lobilerinde polisin gaz saldırısında boğulma tehlikesiyle neden karşı karşıya kaldılar.
Yazık olmadı mı?
O görüntülere değer miydi?
Sivil yurttaşların, polislerin bu nedenle canlarını kaybetmeleri, Türkiye’nin dış dünyada Mısır’dan, Suriye’den, Irak’tan farksız duruma düşürülmesi doğru muydu?
Türkiye ‘tehlikeli bir cepheleşme’ye sürükleniyor.
TEHLİKELİ CEPHELEŞME

Ve ne yazık ki, toplumun bütününü görmesi, ülkenin tümüne karşı sorumlu olması gereken yönetimlerin ‘Gezi Parkı’ndaki gençleri gazla, tazyikli suyla, TOMA’larla dağıtırken ‘ertesi gün’ü de gözetmesi, ‘buz dağı’nın altını da düşünmesi gerekmez miydi?
O gençlerin bilgi birikimlerinden, entelektüel kapasitelerinden başka güçlerinin olmadıkları bilinmesine karşın, polis şiddetiyle karşı karşıya bırakmak, gazla, suyla püskürtmeye çalışmak hakça değildir.
On yıl önceye dek ‘mazlumiyet’ten söz edenler bugün ‘devlet’in ezici gücünü o gençliğin üzerine sürmektedir.
68’ler de aynı baskıya uğramışlardı.
Ve Türkiye ‘soğuk savaş’ senaryoları altında sadece Adnan Menderes’i, Zorlu ve Polatkan’ı değil, Deniz’leri de idam sehpasına göndermişti. Evet, Türkiye, 28 Şubat’ta, 2003-2004’te, 2007’de ‘darbe’ girişimleriyle karşı karşıya kaldı. O dönemler aşıldı. Ve herhalde 2013’te ülke bugün ‘27 Mayıs’ların acılarını hatırlar ancak o günlere dönmez. Dönemez!.. Kimse darbeyi aklından bile geçirmez. Ergenekon’lar, Balyoz’lar ortadayken, Türkiye AB liginde ilerlerken, Kürt sorununa barışçı çözüm ararken, askercil formüller kimin aklından geçer?
Gezi Parkı’ndaki gençler, neden ‘demokrasi dışı’na çıksınlar?!
TEHLİKELİ CEPHELEŞME

Tersine, o parkta kızlı erkekli, üniversiteli gençler, yaşam tarzlarına müdahaleye, baskıya, muhafazakâr dayatmacılığa karşı çıktılar. Yeşile sahip çıktılar. Taksim’deki çadırları polis araçlarıyla, iş makineleriyle ezip geçenler o çocukların ‘ütopya’larını da yıkmaya çalıştılar.
Ancak kendini devletin ‘sistemi’nin yerine koyan tüm siyasi güçler gibi bugünkü iktidar da o ‘devrimci ruhu’ yok edemez.
Türkiye bu tecrübeyi 1970’lerde ‘Milliyetçi Cephe’ hükümetleri döneminde yaşamıştı.
Ardından, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de bu fatura sağcısıyla, solcusuyla o gençliğe çıkarıldı.
2010’lı yılların Türkiye’sinde şimdi kırk yıl önceye dönemeyiz.
Yeni anayasa diyenler, Kürt sorununun barışçı, demokratik çözümü için destek bekleyenler bu dayatmacı, otoriter, baskıcı rejimi ‘demokrasi’ olarak savunamazlar. Nitekim AB, AP ve ABD gibi, bugüne dek Erdoğan liderliğini destekleyen ülkeler ve kuruluşlar büyük ‘düş kırıklığı’ yaşıyor olmalılar. Türkiye’nin Putin’in Rusya’sına benzemesini hüzünle seyrediyor olmalılar!
Gezi Parkı bu anlamda yeni bir altüst oluşun adıdır.
Umarız gerilim daha fazla artmaz.
Demokrasiden sapmayız. Milliyet olarak, hafta boyunca Gezi Parkı’nın nabzını tuttuk.
Gençlerin sesini duyurduk. Meslek büyüklerimiz şöyle derdi: “Gazeteci olunmaz, doğulur.” Bu özdeyişe Gezi’den sonra şunu da ekleyelim: “Gaz yemeden gazeteci olunmaz.”
Saygılarımla...