Anoreksiya nervoza, dışarıdan bakıldığında sadece “zayıflıkla” ilişkilendirilen, ama aslında çok daha derin ve çok daha sessiz bir hastalık. Arkasında çoğu zaman travmatik deneyimler, mükemmeliyetçilik, kontrol kaybı korkusu, duygusal ihmal gibi çok katmanlı psikolojik faktörler de yatıyor. Özellikle genç kadınlarda giderek yayılıyor
Anoreksiya nervoza tanımı, beden algısında bozulma, kilo alma korkusu ve ciddi enerji kısıtlaması ile karakterize bir hastalık. Kişi kendini ne kadar zayıf olursa olsun kilolu algılayabiliyor. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) DSM-5 tanı kriterlerine göre, kişi beden ağırlığının ciddi şekilde altına düşüyor, çoğu zaman bunu egzersizle veya yemeği tamamen reddederek sürdürüyor. Ancak mesele bahsettiğim gibi sadece vücutla ilgili değil; aslında kişinin duygularını, hayat üzerindeki kontrolünü, yeterlilik hissini ve kimliğini ifade etme biçimi. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bu hastalığın biyolojik ve nöropsikiyatrik temellere de dayandığını ortaya koyuyor.
Bu süreçte yeme davranışı giderek kısıtlanıyor, birey sosyal yaşamdan çekiliyor, yemekle kurduğu ilişki korku ve suçluluk duygusuna dönüşüyor. Günümüzde özellikle sosyal medyanın ve dijital platformların ince beden ideallerini yüceltmesinin, bu süreci daha da görünmez hâle getirdiğinden bahsedebilirim. Birçok kişi anoreksiyanın yalnızca ‘çok zayıflamak istemek’ olduğunu sanıyor. Oysa bu hastalık, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığı tehdit eden, ölüm oranı en yüksek psikiyatrik rahatsızlıklardan biri.
Bedenle değil duyguyla savaş
Anoreksiyanın arkasında çoğu zaman travmatik deneyimler, mükemmeliyetçilik, kontrol kaybı korkusu, aile içi baskı ya da duygusal ihmal gibi çok katmanlı psikolojik faktörler de yatıyor. Özellikle genç yaşta maruz kalınan estetik baskılar, sosyal medyadaki kusursuz beden imajı, filtrelenmiş yaşamlar ve sürekli kıyas kültürü, bireyin kendisini yetersiz hissetmesine yol açabiliyor. Nutrients dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, daha uzun süreli sosyal paylaşım siteleri kullanımı daha düşük vücut ağırlığı ve daha ince bir vücut şekli idealiyle ilişkili. Sosyal medyada günde üç saatten fazla zaman geçiren kişilerin, daha az ekran süresi olanlara kıyasla yeme bozuklukları geliştirme olasılığının iki kat daha fazla olduğunu belirten araştırmalar var. Journal of Eating Disorders dergisinde yayımlanan araştırmada, bin 558 genç birey değerlendirilmiş; katılımcıların dörtte birinin sosyal medyada günde 4 saat veya daha fazla vakit geçirdiği bildirilirken, kız öğrencilerin yüzde 80’i sosyal medyanın görünümleri hakkında olumsuz bir etkisi olduğunu bildirmiş. Eating Behaviors dergisinde yayımlanan bir çalışma ise sosyal medya platformlarında harcanan zamandan ziyade tüketilen içeriğe odaklanması gerektiğini vurguluyor. Tüm bu veriler bize şunu söylüyor: Sosyal medya yalnızca bir iletişim aracı değil, bir beden şekillendirici. Dolayısıyla sosyal medya okuryazarlığı, beden çeşitliliği farkındalığı ve dijital içeriklerin eleştirel süzgeçten geçirilmesi, bu hastalıkların önlenmesinde toplumsal bir gereklilik. Bir başka araştırmada ise son yıllarda kullanımı giderek artan GLP-1 hormon benzeri zayıflama ilacı kullananlarda artan bilişsel kısıtlama ve yeme bozuklukları ile ilişki gözlemlenmiş.
Multidisipliner yaklaşım
Anoreksiya nervozanın fizyolojik sonuçları çok kritik. Kalp ritim bozuklukları, düşük tansiyon, elektrolit dengesizlikleri, kas kaybı, kemik erimesi, adet düzensizliği, böbrek yetmezliği ve ileri aşamada çoklu organ yetmezliği görülebiliyor. Literatüre göre hastalığın ölüm oranı yüzde 5-10 arasında değişebiliyor. Elbette tek bir tedavi biçimi yok ve tüm tedavi sürecine hassasiyetle yaklaşmak gerekiyor. Bu süreç bireysel, multidisipliner ve uzun soluklu düşünülmeli. Tedavi bireyin yalnızca ‘daha çok yemek yemesini sağlamak’ değil, kişinin beden algısını, duygularını, travmalarını ve benlik değerini yeniden inşa etmeyi de kapsıyor. Psikoterapi, özellikle bilişsel davranışçı terapi, gerektiğinde ilaç desteği, beslenme danışmanlığı ve hekim, psikolog, psikiyatrist, diyetisyen eşliğinde yürütülmeli. Bazı vakalarda yatarak tedavi gerekebiliyor. Bu noktada, diyetisyenin görevi sadece kaloriyi artırmak değil, aynı zamanda kişinin yemekle olan ilişkisini yeniden şekillendirmesine yardımcı olmak.
Anlamak en güçlü müdahale
Yeme bozukluğu yaşayan bireyler yalnızca destek değil, anlaşılmak da ister. Bu süreçte ailelerin ‘zorla yedirme’ veya ‘kızma’ yaklaşımı çoğu zaman ters tepki olarak geri dönebilir. Güven ilişkisi kurmak, kişinin acısını küçümsemeden dinlemek ve profesyonel yardıma yönlendirmek gerekir. Unutulmamalı ki yemekle savaşan biri, aslında çoğu zaman kendisiyle, duygularıyla ve geçmişiyle savaşmaktadır.
Neyi yanlış yapıyoruz?
Bedenlerle ilgili konuşmalar toplumumuzda hâlâ çok yaygın ama farkında olunmadan bazen zarar verebiliyor. “Zayıflamışsın, iyi görünüyorsun” gibi masum sandığımız ifadeler bile, yeme bozukluğu olan bir birey için takdir yerine tetikleyici olabiliyor. Dijital platformlar ve moda endüstrisi hâlâ belli bir vücut tipini ‘ideal’ olarak sunmaya devam ediyor. Üstelik bu sadece genç kızları değil, giderek artan sayıda erkek ve çocukları da etkiliyor. Bu nedenle beden olumlamayı teşvik eden, çeşitliliği destekleyen ve sağlığın yalnızca görüntüyle ölçülmediğini vurgulayan bir dil inşa etmek gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna yansıyan bir kayıp hepimizin içini acıttı. Nihal Candan’ın anoreksiya nervoza nedeniyle hayatını kaybettiği haberi, pek çok kişinin zihninde soru işaretleri bıraktı. “Yemek yemediği için mi hayatını kaybetti?”, “Kimse fark etmedi mi?” soruları birbiri ardına geldi. Bu soruların ardında, toplum olarak hâlâ yeme bozukluklarının tam olarak anlaşılamaması yatıyor. Çünkü anoreksiya nervoza, dışarıdan bakıldığında sadece ‘zayıflıkla’ ilişkilendirilen ama aslında çok daha derin ve çok daha sessiz bir hastalık. Genellikle genç yaşlarda başlayan bu psikolojik tablo, bireyin kilo alma korkusu, beden
algısında bozulma ve sürekli kilo verme arzusu ile şekilleniyor. Ama mesele yalnızca görünüş değil. Anoreksiya, kontrol edemediği pek çok duygu ve yaşam alanı karşısında kişinin kendi bedeni üzerindeki kontrolünü saplantılı şekilde sürdürme çabası. Bir yandan kaygıyla baş etmeye çalışırken bir yandan da ‘yeterince ince olursam, yeterince değerli olurum’ inancıyla şekillenen içsel bir savaşı da temsil edebiliyor. Bu yüzden bu hafta köşemde detaylı olarak bu konuyu ele almak istedim. Çünkü bu sadece bir hastalığın değil, aynı zamanda bir görmezden gelinmişliğin ve anlaşılmamışlığın hikâyesi. Aynı kaygıları yaşayan, aynı aynalara bakan, yemekle baş etmeye çalışan binlerce genç var. Bu hastalık görünmez değil. Özellikle genç kadınlarda giderek yayılıyor. Ve yardım edilmediğinde, sonuç ölüm olabiliyor.
Beslenme nasıl planlanmalı?
Bu süreçte kalori artışı kontrollü ve kişiye özel planlanır, çünkü metabolizma uzun süreli açlığa adapte olmuştur ve ani artışlar refeeding sendromu gibi ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Tedavi sürecinde enerjinin aşamalı olarak artırılması, protein ve elektrolit dengesi göz önünde bulundurularak kişiye hassasiyetle yaklaşılır. Genellikle günlük hastanede yatan tanılı bireyler için 2-3 kg/hafta, ayakta tedavi görenler için 0.5-1 kg/hafta ağırlık kazanımı gerçek hedefleri oluşturur. Ancak bir kez daha hatırlatmak istiyorum ki, hedef sadece ağırlık kazanımı değil, besinle ilişkideki korku, suçluluk ve kontrol duygularının da çözülmesidir. Kimi zaman birey bir elma yemekle gününü kurtarırken, kimi zaman tostla derin suçluluk yaşayabilir. Bu nedenle beslenme tedavisi sırasında, yiyeceklere duygusal yükler yüklemeden, güvenli alan oluşturarak ilerlemek çok kıymetlidir. Bazı bireyler oral yolla yeterli beslenmeyi reddeder ya da sürdüremezse bu durumda tüple beslenme olarak bilinen enteral beslenme devreye girebilir. Özellikle hastaneye yatırılan ciddi derecede malnütrisyonlu bireylerde, hayati tehlikenin de önüne geçmek amacıyla geçici bir destek sağlanabilir. Parenteral yani damar yolu ile beslenme ise genellikle son çare olarak, gastrointestinal sistemin kullanılamadığı nadir durumlarda gündeme gelir, çünkü hem riskli olabilir hem de bağırsak fonksiyonlarını azaltabilir.