Şişkinlik, karın ağrısı, yorgunluk gibi şikâyetlerinizin nedenini hemen glütene bağlıyorsanız yanılmış olabilirsiniz! Yeni araştırmalar, yüksek FODMAP alımı, stres düzeyi, bağırsak-beyin etkileşiminin de bu rahatsızlıklarda etkisi olduğunu gösteriyor. Peki, nedir bu FODMAP ve ne yapmalıyız?
Sosyal medyada, bazı diyet programlarında ya da günlük sohbetlerde, glütensiz beslenmenin şişkinliği önlemek için âdeta mucizevi diyet ilan edildiğini duymuş olabilirsiniz. Ancak işin aslı göründüğünden biraz daha karmaşık. Küçük ama önemli bir hatırlatmayla başlayalım: Glütensiz beslenme, çölyak hastaları veya glüten hassasiyeti olan bireyler için tıbbi bir gerekliliktir, ancak sağlıklı bireyler için aynı durum geçerli değildir. Üstelik yakın zamanda yayımlanan bazı araştırmalar, sorunun her zaman glütenle ilgili olmayabileceğini, başka etkenlerin de rol oynayabileceğini ortaya koyuyor.
Yüzde 10’unu etkiliyor
Lancet dergisinde yayımlanan çalışmada, “Çölyak hastalığım yok ama glütene duyarlıyım”
Kasım ayına merhaba dedik ama hafta itibari ile baharı aratmayan sıcaklıkları yaşıyoruz. Uzmanlar kış aylarının oldukça sert geçeceğini söylerken, iklim değişikliğinin dengesiz etkilerini her geçen gün daha fazla hissediyoruz.
Peki bu değişim sadece ne giydiğinizi mi etkiliyor? Cevap elbette hayır. İklim değişikliği gıda seçimlerinizi de etkiliyor, hatta şeker tercihlerinizi etkiliyor olabilir. Yeni yayımlanan bir çalışma, iklim değişikliği ile artan ilave şeker tüketimi arasında dikkat çekici bir ilişki olduğunu belirtiyor. Bu ilişki yalnızca çevresel bir sorun olmanın ötesinde, beslenme ve halk sağlığı açısından da önemli bir gündem maddesi. Nasıl mı?
Şeker tüketimi artıyor
Nature Climate Change dergisinde geçtiğimiz aylarda yayımlanan çalışmaya göre ortalama sıcaklık 12°C ile 30°C arasında yükseldiğinde, bireylerin ilave şeker içeren ürünlere yönelimi belirgin şekilde artıyor. Bu artış özellikle gazlı içecekler, meyve suları, şekerle tatlandırılmış içecekler ve dondurulmuş tatlılar üzerinde gözlemlenmiş.
Yarım milyardan fazla insan yaşamını diyabetle sürdürüyor. Özellikle X kuşağında ultra-işlenmiş gıdalara bağımlılık oranları alarm verici düzeyde. Oysa diyabetle mücadele kurduğumuz sofradan başlıyor. Peki, bunun için neler yapmalıyız?
Her yıl 14 Kasım Dünya Diyabet Günü, diyabetin yalnızca bir hastalık değil, yaşam boyu süren bir farkındalık ve sorumluluk meselesi olduğunu hatırlatır. Bu yıl Dünya Sağlık Örgütü’nün teması ‘yaşam boyunca diyabet’, önemli bir gerçeğe dikkati çekiyor. Diyabetle mücadele, bir tedavi protokolünün yanı sıra bir yaşam biçimi. Bugün dünya genelinde 500 milyondan fazla insan diyabetle yaşıyor. Ancak bu tablo sadece genetik mirasın değil, modern çağın hızlı temposunun, ultra işlenmiş gıdaların yükselişinin ve hareketsiz yaşam biçiminin bir yansıması. Yani diyabetin hikâyesi, aslında çağımızın hikâyesi, nasıl yaşadığımızın, nasıl beslendiğimizin ve kendimize ne kadar özen gösterdiğimizin âdeta bir aynası.
Uyarı niteliğinde çalışma
Hazır
İyi bir gece uykusu... Çoğu birey için arzulanan, ama çoğu zaman ulaşılamaz gibi gelen bir hedef. Yastığa başınızı koyduğunuzda zihniniz hâlâ gündüzün telaşları arasında gezinebilir, sabah kalktığımızda ise tam anlamıyla uykunuzu aldığınızı hissedemeyebilirsiniz. Peki, içinde bulunduğumuz bu uyku açığını kapatmak gerçekten bu kadar zor mu? Karanlık ortam, rahat bir yatak elbette önemli. Ama göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek var ki beslenmenin etkisi. Belki de mutfağınızda fark yaratabilecek bir değişiklik uyku kalitemizi hızla artırabilir. Hatırlayın, iyi uyumak bir lüks değil, bedenimizin, zihnimizin ve yaşamımızın temel ihtiyaçlarından biri. Ve bu ihtiyaç, bazen en basit seçimlerle, en sade adımlarla karşılanabilir.
Yüzde 16 daha iyi uyku kalitesi
The Journal of the National Sleep Foundation dergisinde yayımlanan çok yeni bir çalışma, günlük olarak meyve-sebze ve tam tahıllar yönünden zengin beslenenlerin ertesi gece yüzde 16 daha iyi uyku kalitesi bildirdiğini belirtiyor. Bu farkın 24 saatten az bir süre
Modern beslenme alışkanlıkları, pratikliğin bedelini sağlığımızla ödediğimiz bir dönemi başlattı. Paketini açıp yalnızca ısıtmanın yettiği gıdalar, bize zaman kazandırabilir ama sağlığımızdan çok şey kaybettiriyor.
Modern yaşamın hızlı temposu sizi birçok kolaylığa yönlendiriyor. Hazır yiyecekler, paketli atıştırmalıklar, dakikalar içinde hazırlanabilen yemekler… Bu ürünlerin çoğu saniyeler içinde sofranızda yerini alabilirken arkasında saatler, günler hatta yıllar süren bir sağlık bedeli olabileceğini hiç düşündünüz mü? Ultra-işlenmiş gıdalar dediğimiz kavram, aslında çok daha geniş bir soruna işaret ediyor. Besinlerin işlenme derecesi arttıkça, besin değerleri azalabiliyor; metabolizma, hormon dengesi, bağırsak mikrobiyotası ve hücresel sağlık doğrudan etkilenebiliyor.
Kan şekeri üzerinde etkili
Ultra-işlenmiş terimi, genellikle gıdanın hammaddeden ziyade endüstriyel işlemler, katkı maddeleri, koruyucu, tatlandırıcı, emülgatörler vb. ilavelerle üretildiğini tanımlar. Örneğin hazır fast-foodlar, paketli cips,
Günler kısalıyor, hava daha erken kararıyor, güneş yüzünü daha az gösteriyor... Ama o görünmeyen ışığın içinde gizlenen bir kahraman var ki o da D vitamini. Yıllarca kemik sağlığı için önemli diye bilinen bu vitaminin, aslında çok daha fazlasını yaptığını artık neredeyse herkes biliyor. Kendisi yıllarca bir vitamin olarak tanımlandı ama aslında bir hormon, daha doğrusu vücudumuzda aktif forma dönüştüğünde tıpkı bir hormon gibi davranan bir bileşik. Hücrelerimizden bağışıklığımıza, hatta yaşlanma hızımıza kadar uzanan etkileriyle, D vitamini her mevsimin en çok konuşulması gereken konularından biri. 2 Kasım Dünya D Vitamini Günü iken gelin bu gizli kahramanı yeniden ele alalım.
Longevity üzerindeki etkisi
American Journal of Clinical Nutrition’da yeni yayımlanan bir çalışma D vitamininin hücresel yaşlanmayı yavaşlatabileceğini ortaya koyuyor. Araştırmaya göre düzenli D vitamini desteği, telomer adı verilen ve hücre yaşlanmasıyla kısalan DNA uçlarını koruyabiliyor. Bu da biyolojik yaşımızı yavaşlatmak anlamına geliyor. Başka
Kovid-19’un son varyantı gündemde. Bu tablo karşısında nasıl beslendiğiniz çok önemli bir seçim. Peki, vücut ağırlığınızın hastalıklarla mücadele gücünüzü belirlediğini biliyor musunuz?
Son haftalarda etrafınızda hastalık haberlerinin arttığını fark etmiş olabilirsiniz. Kimin grip, kimin Kovid-19 ya da başka bir viral enfeksiyon geçirdiğini ayırt etmek zor. Vücut direncini zorlayan bu dalgalar, aslında bize bir gerçeği yeniden hatırlatıyor, bağışıklık sistemi koruyucu gücümüzün temeli, bir nevi kalkanımız. Bu noktada “Virüse veya hastalığa yakalanırsam ne yapabilirim?” sorusuna değil “Virüs gelmeden ben ne yapabilirim?” sorusuna odaklanmak gerek. Ve bunun büyük kısmı tabağımızda başlayan bir yolculuk.
Frankenstein varyantı hem tanıdık hem yeni
Dünyada virüsler değişiyor, varyantlar birbirini takip ediyor. Öyle ki bilim insanları Kovid-19’un son varyantını ‘Frankenstein’ olarak adlandırıyor, son günlerde çok gündemde. Frankenstein varyantı adını, oluşum biçiminden alıyor. Bu varyant,
Bir düşünün... Bağırsaklarınız iyi olmadığında gerçekten iyi hissedebiliyor musunuz? Kabızlık, çoğu insanın yaşam kalitesini etkileyen ama genellikle konuşulmayan bir konu. Günlük hayatta basit bir sindirim sorunu gibi görünse de, aslında bedenin genel işleyişini, ruh halini ve enerji seviyesini doğrudan etkileyebiliyor. Şişkinlik, huzursuzluk, odaklanma güçlüğü ve yorgunluk gibi belirtiler sadece sindirim sistemiyle sınırlı kalmıyor, yaşamın her alanına yayılabiliyor. Peki bu kadar yaygın bir sorun karşısında, beslenme nasıl bir fark yaratabilir? Bu soruya en güncel ve kapsamlı yanıt, geçtiğimiz günlerde British Dietetic Association - BDA tarafından yayınlanan yeni bir rehberle geldi. “Yetişkinlerde Kronik Kabızlığın Diyetle Yönetimi” rehberinde 75 farklı randomize kontrollü çalışmayı incelenerek 59 kanıta dayalı öneri geliştirildi. Üstelik bu öneriler, yalnızca hangi gıdaların fayda sağladığını değil, hangi besinlerin veya takviyelerin etkisiz kaldığını da açıkça ortaya koyuyor.
En güçlü etkilerden biri karnıyarık otunda