Ercan Güven

Ercan Güven

eguven@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Öykü Berthold Brecht’den...
Spor sayfalarındaki yabancı isim bolluğunda yanlış anlamalara meydan vermemek için, - bilenlerden özür dileyerek - bir not düşelim; bu Brecht, ofsaytın ne olduğunu bile bilmezdi, ama iyi yazardı.
İşte onun, Kafkas Tebeşir Dairesi adındaki ünlü oyununun ana teması:
Küçük Michael yetim...
Bu da yetmezmiş gibi, anası da biraz vicdansız olmalı ki, onu ancak vali babası ölüp, büyük arazilere sahip olduğunda anımsıyor. Michael’a miras kalan geniş toprakları ele geçirmek için, çocuğu canı pahasına büyütüp yetiştiren Grusha’nın elinden almak istiyor.
Adil yargıç Azdak, yere tebeşirle bir daire çizdiriyor. Michael’ın birer koluna yapışan iki kadına, "Dairenin dışına çıkaran ona sahip olur" diyor.
İlk deneme... Çocuğa analık eden Grusha, kıyamayıp bırakıyor kolu...
İkinci deneme aynı... Michael’in öz annesi geniş toprakların hayaliyle söküp çıkarıyor tebeşir dairesinden çocuğu...
Ve yargıç Azdak kararını açıklıyor:
"Çocuğa zarar vermemek için kaybetmeyi göze alan Grusha, öz değilse de esas ana"...
Geçen gün Hasan Arat ile konuşurken, bu öyküyü düşünüyordum...
Acaba Michael’ın konumunda mıydı Beşiktaş?
Müthiş bir miras ve Beşiktaş’ı sahiplenmek isteyen iki insan, tamamdı.
Gerisini benzetemedim...
Güç ve iktidar peşinde olan kimdi ? Beşiktaş’ın iyiliği için kaybetmeyi göze alan kim?
"Grusha"yı buldum da, "çıkarcı ana" elbisesini kimseye giydiremedim.
Ortada başka bir mesele vardı.
Beşiktaş kongre üyesi ve başkan adayı Hasan Arat, Mart ayında yapılacak kongreyi erteleme teklifinde bulunmuş, Serdar Bilgili reddetmişti.
Oysa, "kongre erteleme teklifi", esaslı meseleydi...
Öneren muhalefette olduğu ve takım şampiyonluğa doğru koştuğu için fazlasıyla bir iyi niyet olarak görülebilirdi ama, son hesapta Beşiktaş’ı seçim çekişmelerinden kurtararak takımın önünü açacaktı.
Ayrıca, tüm iddialı takımlara örnek bir uygulama olabilirdi. Yönetim kurulları günahı ve sevabıyla Lig’i bitirebilirler, bahaneler, karışıklıklar ortadan kalkabilirdi.
İktidar değişiklikleri için de daha elverişliydi. Herkes kendi transferinden sorumlu olabilirdi artık...
Evet... Arat’ın teklifi esaslıydı...
Ya da bana öyle geldi...
Rakibine "kolaylık" sağlayan bir başkan adayı görmemiştim şimdiye kadar.
"Takım şampiyonluğa gidiyor, gel kozumuzu kupayı aldıktan sonra paylaşalım" diyebilen bir muhalefet ve "takımın şampiyon olacağına inandığı halde" bu avantajı kullanmayı reddeden bir iktidar...
Bu kadarını Brecht bile düşleyemezdi.

Ya "Doğanın beyaz yorganı"...
Ya da, "Yaşamı felç eden afet" masalı...
Karla ilgili klişelerimiz bu kadar.
Oysa, karda ne marifetler var:
Bir kere sosyal adaleti gündelik yaşama indiriyor kar. Zengin, fakir tanımıyor... İltimas yok, herkesin tepesine aynı miktarda düşüyor.
Hafıza kaybına birebir geliyor.
Biz yazalım istediğimiz kadar. Kar, Doğu insanın dramını berideki meridyen sakinlerinin kafasına, uygulamalı tarafından lapa lapa sokuyor.
Sonra, dostlukları pekiştiriyor.
Aksayan uçak seferleri yüzünden aynı uçakla Antalya’ya giden, giderken de "kar kardeşi olan" Fenerbahçeli ve Galatasaraylı futbolcuları görmüş, okumuşsunuzdur. Hiçbir yöneticinin beceremediğini, kara borçlu o futbolcular...
Kar gururlu, onunla "oynayan" tepetaklak oluyor.
Kar nazik... Devre arasında yağıyor.
Kar temiz... Küfürün kirlettiği tribünleri yıkıyor.
Kar cömert... Kardan karlı çıktı futbol...
Galatasaraylı yönetici Osman Güneri’nin raporuna göre, Ali Sami Yen’deki çimleri sıklaştırıp sağaltmış tipi...
Kar, "otlara" bile iyi geliyor, futbol ne ki?..

Kimi, kendini onların yerine koyup konuşuyor...
Kimi, tahminlerini bilgi ambalajında dile getiriyor.
Kimi, çok şey biliyormuş da ucundan azıcık söylüyormuş gibi davranıyor.
Fatih Terim ve Mustafa Denizli ise susuyor...
Bunun adına ister sağduyu, ister olgunluk, ister sabır deyin farketmez.
Sadece kimlerin sahip olup, kimlerin nasiplenmediğine dikkat edin.
Görev yaptıkları devirlerde Türk Futboluna katkıları yadsınamayacak iki hocaya da, Lig’in selameti açısından teşekkür edin.

"Sergen’i alacağız"...
"Sergen’i vermeyeceğiz"...
"İstersek alırız"...
"Vermeyiz"...
Yahu kimin malını alıp - veriyorsunuz?..
Beş hafta önce, Siirt İkinci Başkanı Nevaf Bilek’in "İki milyon dolar getiren Sergen’i alır" sözlerini yazmıştım.
Adamlar orada!.. Bonservis onlarda... Siz niye birbirinize giriyorsunuz?..
Zaten isteseniz bile birbirinize engel olamazsınız.
Ya da, daha açık bir dille; paranız varsa gidip alın.

Yetki... Hak... İnisiyatif...
Bunlar sihirli kelimelerdir ve kimsenin kendi isteği ile vazgeçtiği görülmemiştir.
Şimdi hakemlerin torbadan çekilmesi için yapılan beyin cimnastiği de Federasyon’a ve MHK’ye doğal olarak antipatik gelmektedir.
Hatta, kırık bir mantıkla "Bize güvenmiyor musunuz ?" bile denmiştir.
Aslında, Sayın Haluk Ulusoy’a ve Bülent Yavuz’a, bunun bir güven meselesi olmadığı, kendilerini töhmet altından kurtarıp bu iki önemli kurumu yıpratmamak için önerildiği izah edilmelidir....
Hakemler torbadan çekilirse ki, bu maçların zorluk derecelerine göre gruplandırılabilir, elbette Sayın Ulusoy ve Yavuz’un seçme özgürlüklerine doğrudan bir kısıtlama getirilmiş olacaktır. Ama tüm suçlamaların, komplo teorilerinin odağında bu "özgürlükleri" yatmaktadır.
Bir maça, kura ile tayin edilmiş bir hakemin muhtemel hataları için kimsenin Federasyonu, MHK’yi, "takım kayırmakla" suçlayamayacağı günleri düşünebiliyor musunuz ? Ardında ittifaklardan bahsedilemeyecek bir hatayı kim büyütebilir. Kim, hakemi şu ya da bu takımın adamı olmakla itham edebilir?
"Federasyon Krallığı"nı bitmez tükenmez saldırılardan korumak için böylesine minik bir "yetki kalesini" feda etmek "iyi yöneticilik" değil de nedir?
Bu aşamaya gelindikten sonra, "Hayır, hangi maçı hangi hakemin yöneteceğine biz karar vermeliyiz" diye ısrar ederlerse, dedikodulara inanmayanlar bile şüpheye düşebilir.
Hakemler torbaya girmezse, hakemlik müessesesi çuvallamak üzeredir.

Lorant’ın prensipleri nasıl ama:
"Oyuncu benden formayı zorla alır".
"Disiplin ön plandadır".
"Konsantrasyon tabudur".
"Otobüste cep telefonu çalan kovulur".
"Ayakkabılar sıralı olacak, bere takılmayacak"...
"Sakatlık yasak".
Bugüne kadar kartopu oynayarak milyonlarca dolar kazanan futbolcular, bakalım bu kurallara nasıl alışacak?.
Ama, çok endişelenmesinler. Nasıl olsa Werner Lorant da, Antalya’daki beş yıldızlı otelden İstanbul’a gelecek ve sokağa çıkacak.
Ne zaman ki, markete giderken omuz yiyecek, tükürüğe basıp ayağı kayacak, fırlatılan izmaritlerden üstü başı yanacak, komşudaki konken partisinden uyuyamayacak, ayağına basılacak, telefonu çalınacak, ter kokusu duyacak, yanık soğandan midesi bulanacak, elektriği kesilecek, suyu akmayacak...
Mahçup olacak bu prensiplerinden ve ikinci kadeh rakıda o da Türkiye’nin nasıl kurtulacağını anlatacak.