İnceldiği yerden koptu... Çünkü "o nazik denge" bozulmuştu.
Türk Futbolu’nun iki süper gücü - ki, üçüncüsü büyük bir diktatörün ardından "glasnost" ve "perestroyka" söylemlerine ümit bağlamış, eylemde yaşadığı hayal kırıklığı ile uzun zamandır toparlanamamış; yeni devrimlere gebeydi - yine ince bir patikadaki iki koç gibi karşı karşıya kalmışlardı...
Başka da yol yoktu.
Fenerbahçe şampiyon olmuş, ama Galatasaray’ın Avrupa’da becerdiği yayılmacı politikaya öykünmeyi bile başaramamıştı.
Galatasaray ise elde ettiği tüm şan ve şöhrete karşın, rakibinin parasal rahatlığı ile gayrımenkullerine gıptayla bakmaktaydı.
Türkiye Kupası’nı bile "angarya" görecek kadar Avrupalı rakibini, bir tek alanda "sıkıştırabilirdi" Fenerbahçe; o da Lig...
Lig’deki en ufak bir dezavantaj, Fenerbahçe için "savaş nedeniydi".
"Yüz yıllık rekabetin, yüzyıl savaşlarında", sayısı unutulmuş "ateşkesölerden sonuncusu sezon başında verilmişti ama, son birkaç haftada keman teli gibi gerilen sinirler daha çok dayanamadı, inceldiği yerden koptu...
Aziz Üstel’in "montajlandığını iddia ettiği VTR’sinde" Fenerbahçe’yi küçümseyen tarzı da vardı "gerenler" arasında; Mehmet Cansun’un "angarya" lafı da, Murat Özaydınlı, Mahmut Uslu, Fatih Altaylı gibi polemikten hoşlanan "şahinlerin" sabırsızlığı da, Fatih Akyel’in transferi de... Aziz Yıldırım’ın Beşiktaş’a yenilip Galatasaray’a çatmasında hakemler "unsurlardan" biriydi sadece...
Belki, Fenerbahçe için "dikkatleri başka yöne çekme" ihtiyacı, Galatasaray açısından "muhtemel Avrupa duraklamasına bahane yaratma" planı...
Şurası bir gerçek ki, bu savaşı Şükrü Saraçoğlu veya Ali Sami Yen açmadı...
Oradaki on binlerin soğukta titreyip, yağmurda ıslanmak ve ses telleri yırtılıp elleri kanayana kadar alkışlamaktan başka "suçu" yoktu.
Aslında yöneticilerin de başka çaresi yoktu...
"Kötü", "kusurlu" olan, bunu yapanlar değil, olaydı.
Kavga edenler, kendilerine göre haklı olabilirdi, ama Türk Futbolu’nun zirvelerindeki bu kavga "berbat" bir şeydi.
Kimse istemezdi, ancak "o nazik denge" bozulmuştu ve bir kez daha akıl öfkenin uçurtmasına kuyruk olmuştu.
Olacağı buydu.
Çocukluğumun dehşetiydi Sinbad’ın o macerası.
Yorgun ve hasta görünüşlü adamı, nehirin karşı kıyısına geçirmek için omuzuna alan Sinbad, boğazını sıkan cılız bacakların kölesi olmuş, kurtulamıyordu.
İyilik etmeye çalışırken, hesapta olmayan bir tuzağa düşmüş, canlı bir boyunduruğun üst dallardaki meyvelere uzanan merdiveni olmuştu.
Nedense, Daum ve Beşiktaş yönetimi arasındaki ilişkiyi düşünürken aklıma geldi.
Sinbad nasıl mı kurtuldu?
Topladığı üzümleri mayalandırıp şarap yaptı ve omuzunda boğazını sıkarak emirler veren efendisine sunup onu sarhoş etti.
Yani, uyanık despot kafayı bulunca...
Ne alakası var şimdi?..
Bir, Müslüm Baba’nın konserlerinde göğsünü jiletleyenlere benzetmediğimiz kaldı Hasan Şaş’ı...
Oysa tek suçu vardı, boyalı camı duvar sandı.
Buna tecrübe deniyor.
İnsan zamanla boyaların altındaki camları, camgözleri, cambazları, bir bakışta anlıyor.
Aldırma sen Hasan... Emin ol, seni eleştirenlerin büyük çoğunluğu, ikinci kadehten sonra duvara değil, insanlara savurdukları yumrukları, bire bin katıp anlatırken bundan gurur bile duyuyordur.
Başımın etini yedi Halil Özer:
"Her pazartesi Radyo D’de spor programı yapıyoruz. Bu hafta olsun dinle de fikrini söyle" !..
"Bu hafta söz"...
"Unutma saat 17.00’de..."
Biz radyo rezervimizi çocukluğumuzda tamamlamış, bıkmışız... Diyemedim. Zor güç buldum...
Açık söyleyeyim, biraz dinleyip "eline sağlık" diyecektim.
Ama kapatmak bir yana, her yeni bağlantıda sesini açtım.
İnanın bu haftaki Ters Köşe’nin konularını da Halil’in programına bağlanıp çatır çatır "konuşturulanlardan" sonra kararlaştırdım.
Benden söylemesi. Özellikle plazalardan çıkmayan meslektaşların dünyalarını zenginleştirecek bir röportaj dizisi yapıyor Halil.
Gazetecinin de "zeki, çevik ve ahlaklısı" iyi oluyor.
Değerli Hoca’m,
Sanma ki, gündemin rüzgarına kapılıp Beşiktaş maçında sahaya sürdüğün onbirin, "yaratıcı ve araştırmacı teknik direktörlük" açısından ne denli "sıradışı" bir çalışma olduğunu gözardı ettik.
Sende bu "deha", bizde bu "sabır" varken, özgün, eksantrik, ilginç ve denenmemiş varyasyonlarında görüşmek üzere.
"Başarılarının" devamını dilerim.
Bir yazar.
Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu’nda yaptığı 24. lig maçıyla yapay bir stresten de kurtuldu.
Dünyanın en zor şeyidir böyle zorlamalar.
Hem bu tür rekorlara meraklı olanlar varsa, onlar saymaya devam etsinler. Baş harfleri "A" ve "B" ile başlayan takımları, yani "Avrupa takımları" ile "Beşiktaş"ı çıkarsınlar, rekor denemesine devam...
Geride daha 27 harf var.
Siz bu cümleden ne anlıyorsunuz:
"Kasıtlı hakem yoktur, varsa bizim onu camiadan atma gücümüz vardır".
"Yok" ama, "olabilir" gibi geliyor bana.
Ya şu cümle:
"30 milyon göz, büyülteç altına almışken; hangi babayiğit, git de şu maçı şu takımın lehine çevir diyebilir hakeme".
Yani "engel" olan "sıkı takip". Dalgınlığımıza gelirse, her şey olabilir mi acaba?
Siz direk gibi "dosdoğru" bir adam olduğunuzda, yanınıza yanaşan bir vatandaş, aksini ifade eden sıfatlardan birine sahip olup olmadığınızı açık açık sorsa, "Etrafta bu kadar polis varken, benim bu söylediğini yapmam mümkün mü" mü dersiniz, yoksa siz de karşınızdakinin aile fertlerinin sıhhatini mi sorarsınız?
Dürüst insanların dolambaçlı yanıtlara ihtiyacı olmadığına inanıyorum.
Kırılan, kırılsın...
Bunca insan hakemleri, MHK’yi, Federasyonu en azından "adil olmamakla" suçlarken, yalın, kesin, keskin yanıtlar verin ve öyle davranın.
Aksi halde "güven kırılıyor" ki, en kötüsü de odur.
Hakemler yönettikleri karşılaşmadan aldıkları puan ne kadar düşükse o kadar çok "dinleniyor"...
Ne kadar hata, o kadar dinlenme...
Bu cezanın adı bile yanlış.
Niye dinlendiriyorsunuz adamı; "yorun"...
Gitsin her hafta dört tane amatör maç yönetsin, hem paranın kıymetini anlar hem pratik yapar.
MHK Başkanı Bülent Yavuz, Orhan Erdemir Dünya Kupası’nda düdük çalarsa 10 tane kurban kesecekmiş.
Bu iş için "kurban" gerekiyorsa "oldu bilin"...
"MHK’nin çok kurbanı oldu" bugüne kadar.