“Bakmak” ile “görmek” aynı şey midir? Bu basit gibi görünen soru, aslında dilimizin ve zihnimizin derinliklerinde yankılanan bir çatlağı ortaya koyuyor. Bir yanda fiziksel eylemlerle sınırladığımız fiiller dünyası; diğer yanda sadece zihinle kurulan, duyulan ama dokunulmayan, hissedilen ama ölçülemeyen bir evren: Mental fiiller.
Türkçede yıllardır konuşulan ama asla hakkı verilmemiş bir konuyu masaya yatırıyor Dil Bilimci Dr. Kuban Seçkin. Onun yaklaşımı yalnızca dilbilgisiyle sınırlı değil; bir milletin düşünme biçimi, algılama yapısı ve hatta zihinsel gelişim tarihine dair bir iz sürücülük söz konusu.
Düşünmek, anlamak, özlemek gibi fiiller her gün kullandığımız kelimeler arasında. Ancak dikkat çeken bir gerçek var: Bu fiiller, Türkçedeki klasik dil bilgisi sınıflandırmalarında yer almıyor. Yani fiil olarak kabul ediliyorlar ama ait oldukları özel bir kategori yok. Türk dili, fiziksel fiilleri merkeze alırken zihinsel olanları yıllardır göz ardı etti.
Bu eksikliğe ilk dikkat çekenlerden
Bazen bir insanın hayatı, hiç değişmeyeceği sanılan bir düzenin içinde, küçük ama kararlı bir sapmayla yön değiştirir. 10 yaşındaki Jose Hernandez için bu yön değişikliği, bir siyah beyaz televizyon ekranında Ay’a inişi izlerken gerçekleşti. Göçmen bir ailenin çocuğu olarak doğan, yaz tatillerini dinlenerek değil, tarlalarda çalışarak geçiren bir çocuk, o gün kendine bir hedef koydu: Astronot olmak.
Bu hedef, sadece yoksullukla değil, dil bariyerleriyle, eğitimdeki aksaklıklarla, sistemsel eşitsizliklerle, hatta zaman zaman açık bir ırkçılıkla örülü bir yoldu. Ama Hernandez'in hikâyesinde dönüm noktaları hep insani temaslarla şekillendi. Ona ilk yol haritasını çizen kişi, ailesinin geçimini tarlalardan sağlayan babası Salvador’du. Bir çiftçi ama aynı zamanda vizyoner bir baba, oğluna "hedef koy, mesafeyi hesapla, yolunu çiz, öğren ve çalış" diyerek bugünün motivasyon konuşmalarına taş çıkartacak bir reçete verdi.
Bir diğer dönüm noktası
1945 yılının ağustos ayında, dünya geri dönülmez bir eşiği aştı. ABD'nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombaları yalnızca şehirleri değil, insanlık tarihini de yakıp geçti. Patlamalar sırasında on binlerce insan saniyeler içinde hayatını kaybetti, hayatta kalanlarsa yıllar süren bir travmanın ve hastalık zincirinin içine hapsoldu. Japonya'da bu felaketi yaşayanlara verilen adla, 'hibakuşa'lar, yani atom bombasından sağ kurtulanlar bugün bile bu sessiz trajedinin canlı tanıkları.
New York’ta yaşayan fotoğrafçı Haruka Sakaguchi’nin Japonya’ya giderek bire bir görüştüğü hibakuşaların anlattıkları, bilimsel verilerle örtüşen dramatik bir tabloyu ortaya koyuyor. Onlardan biri olan 83 yaşındaki Saçiko Matsuo, annesinin bombadan yalnızca 1.5 kilometre uzakta olduğunu ve hayatı boyunca çeşitli hastalıklarla mücadele ettiğini anlatan Matsuo'nun annesi, 62 yaşında çoklu kanser türleriyle yaşamını yitirmiş. Matsuo, “Barış bizim bir numaralı önceliğimizdir” sözleriyle duygularını özetledi.
Benzer şekilde, 84 yaşındaki Ryouga
İstanbul’da yaşanan son depremin ardından bir kez daha tanık olduk: İletişim altyapımız, en kritik anlarda yetersiz kalıyor. Cep telefonları çalışmadı, mesajlar ulaşmadı, aramalar kesildi. Aslında bu durumun sürpriz olmadığını söylemek gerekiyor. Çünkü mevcut GSM altyapıları, afet senaryolarına göre değil, günlük kullanım ortalamalarına göre tasarlanmış durumda.
İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Burak Berk Üstündağ’ın aktardığına göre, mobil şebekeler tüm kullanıcıların aynı anda iletişim kurmasını kaldıracak şekilde inşa edilmemiş. Şebekelerin kapasitesi, olağan zamanlarda abone yoğunluğunun ortalama yüzde 70’i üzerinden planlanıyor. Oysa bir deprem anında bu oran bir anda yüzde 300'lere fırlıyor. Sonuç: Şebeke "çökmüyor" ama aşırı yük nedeniyle erişilemez hale geliyor.
Peki çözüm ne?
Prof. Dr. Üstündağ’a göre çözüm, sadece mevcut kulelerin güçlendirilmesinde değil. Evlerin çatılarına kurulabilecek
Fatma Tunca, 59 yaşında sosyoloji yüksek lisans öğrencisi. Bu bilgi tek başına sıradışı değilmiş gibi görünebilir. Ancak geçmişe bakıldığında, onun bugüne nasıl geldiği, Türkiye’de kadınların eğitime erişimi ve fırsat eşitliği üzerine düşünmek için önemli bir örnek sunuyor.
Tunca, 17 yaşında evlendirilmiş, 18 yaşında anne olmuş. Hayatını çocuklarını yetiştirmeye adamış. Bu süreçte kendi eğitim hayatını askıya almak zorunda kalmış. Yıllar sonra ortaokul, lise ve üniversiteyi açıköğretim yoluyla tamamlamış. Şimdi ise, geç de olsa, yüksek lisans öğrencisi.
Fatma Hanım’ın hikâyesi kişisel bir başarı hikâyesi gibi görünse de aslında yapısal bir sorunu gösteriyor: Kadınların eğitim hakkının aile içindeki rollerle sistematik biçimde ötelenmesi. Dört kız kardeşin hiçbirinin okutulmaması, sadece erkek kardeşin eğitimine yatırım yapılması bu durumun küçük bir özeti. Kadınların eğitimi söz konusu olduğunda hâlâ ekonomik, kültürel ve toplumsal
Gökyüzüne sadece bakmadılar. Onu okudular, anladılar, anlam yüklediler. Çünkü eski Türkler için gök, yalnızca bir atmosfer değil; Tanrı'nın evi, zamanın dili ve geleceğin aynasıydı.
Bugün burç yorumu deyip geçilen astrolojinin, aslında binlerce yıl öncesine dayanan derin bir dünya görüşü olduğunu anlatıyor Prof. Dr. Salih Yılmaz. Üstelik bu sistemin temel taşlarını koyanlar arasında Türklerin olduğu görüşü hiç de yabana atılacak gibi değil. Hatta Rus araştırmacı Sofi Tram Semen, ilk astrolojik sistemin Türklerce kurulduğunu öne sürüyor.
Gökte olup biten her hareket, Eski Türkler için Tanrı'nın bir mesajıydı. Onlara göre hayat bir döngüydü; geçmişte yaşanan bir olay, belli aralıklarla yeniden yaşanırdı. Bu anlayış, '12 Hayvanlı Türk Takvimi' ve '12 yıllık döngü' gibi sistemlerin temelini oluşturdu. Her yılın kendine özgü özellikleri vardı ve bu özellikler insanların kaderlerini, hatta devletlerin geleceğini etkileyebilirdi. Prof. Dr. Salih Yılmaz da Eski
Tarih kitaplarında Roma İmparatorluğu genelde şöyle anlatılır: "844 yıl boyunca hüküm süren, hukuk ve mimaride çığır açan, Avrupa’nın siyasi DNA’sını yazan antik dev." Ancak bu ihtişamın arka planında, son derece kırılgan ve çalkantılı bir siyasi yapı gizlidir. Roma'da imparator olmak, ideal bir soydan gelmekten ziyade doğru zaman, doğru ittifak ve çoğu zaman acımasız stratejilerle mümkündü. Hükümdarlık; miras değil, mücadele ile kazanılırdı.
Tam 844 yıl boyunca hüküm süren bu uygarlıkta 94 imparator tahta çıktı ve bunların büyük bir kısmı doğal nedenlerle değil, suikast, iç savaş ya da intihar sonucu yaşamını yitirdi. Roma'da iktidar değişimi, bugünkü anayasal devlet mantığıyla değil, güç dengeleriyle şekilleniyordu. İşte Roma’da imparator olmanın beş temel yolu ve bu yolların ardındaki tarihsel gerçeklikler:
1- Miras Yoluyla Tahta Geçiş
Roma’da hanedanlık kavramı sanıldığından çok daha zayıftı. Bir imparatorun oğlu olmak, tahtın otomatik varisi olmayı garanti etmezdi. Nero örneği bu duruma
İnsanlık tarihine şöyle bir baktığımızda, her medeniyetin kutsallığı nerede aradığına dair enteresan tercihler görüyoruz. İnsan, doğayla ve görünmeyen varlıklarla kurduğu ilişkiyi çeşitli semboller ve ritüellerle anlamlandırmaya çalıştı. Kimisi gökte yıldızlara bakmış, kimisi yerdeki taşlara, kimisi de tabağındaki yemeğe saygı duruşunda bulunmuş. Eski Türkler ise işi biraz daha ileri götürüp, hem Tanrı’ya hem ruhlara hem de toprağın ruhuna süt, yumurta, yağ ve hatta fermente edilmiş içki sunmuş. Çünkü bir şeyi seviyorsan, önce besliyorsun.
Kastamonu Üniversitesi'nden Arş. Gör. Dilara Eylül Koç ve Arş. Gör. Özge Çaylak Dönmez’in tespitleri sayesinde Eski Türklerin dini ritüellerinde yeme içme mevzusunun ne kadar ciddi alındığını öğreniyoruz. Günümüzde "ne var bunda, sadece süt" deyip geçeceğimiz gıdalar, o dönemde Tanrılara sunulan kutsal ürünler. Öyle ki, ilk sağılmış inek sütü bile şifalı sayılıyor; at eti canlı kurban olarak sunulacak kadar