Nasreddin Hoca fıkraları üzerinden verdiği mesajlarıyla, olaylar karşısındaki tutumu ve yaklaşım biçimiyle yaşadığı dönem13'üncü yüzyıldan bu yana yalnızca Türkiye’de değil, dünya çapında da etkiye sahip. 'Büyük bir dünya düşünürü' olarak anılan Nasreddin Hoca, Azerbaycan'da 'Molla Nasreddin', Türkmenistan’da 'Hoca Efendi', Kazaklarda da 'Mulla Nasreddin' gibi isimlerle anılıyor. Öyle ki onun fıkralarını anlatma geleneği Fas’ta gerçekleştirilen 17. UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Toplantısı’nda 'İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi'ne alındı. Eskişehir'de her yıl adına çeşitli kutlamalar yapılan Nasreddin Hoca'yla ilgili araştırmalar ise hâlâ devam ediyor.
'NASREDDİN HOCA'NIN MEZARI BULUNDU'
Nasreddin Hoca'nın Selçuklu döneminde, 1208'de Eskişehir'in Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyünde doğup, Konya Akşehir'de hayatını kaybettiği birçok uzman tarafından kabul ediliyordu. Sivrihisar'daki Ulu Cami’nin restorasyonu sırasında bulunan bir lahit
Hayatımızın ne zaman sonlanacağı ya da ölüm anında nelerin olabileceği gibi sorular insanlık tarihinin en büyük gizemleri arasında yer alıyor. Neredeyse bütün kültür, inanç ve mitler hayatın anlamına, ölümden sonraki ihtimallere bir açıklama getirse de birçok kişi özellikle ölüm anında nelerin yaşanabileceğine dair yapılan bilimsel araştırmaları ilgiyle takip ediyor. Ölüme yakın deneyimleri anlatan araştırmaların en çarpıcı olanlarından biri ise ABD'nin New York şehrinde yapıldı. Yoğun bakım ünitesinde görevli İngiliz bir doktorun öncülüğünde yapılan araştırmada "Hayat nedir? Ne zaman sona eriyor?" gibi sorulara yanıt arandı.
ÇEYREK ASIR BOYUNCA ARAŞTIRDI
ABD'nin New York şehrindeki bir tıp merkezinde çalışan İngiliz doktor Dr. Sam Parnia, hayatı boyunca pek çok kez dramatik ölümlere ya da mucizevi kurtuluşlara şahitlik etti. Yoğun bakım ünitesinde geçen uzun yıllar sonucunda hayat ve ölüm arasındaki ince çizgide yürüyen kişilerle geliştirdiği iletişim, onu tüm dünyaya
Takvimler 23 Haziran 1596'yı gösterdiğinde Osmanlı Ordusu İstanbul üzerinde yürüyüşe geçti. Sultan III. Mehmed'in komutasındaki ordu, Edirne, Filibe (şimdiki adıyla Filibe), Sofya ve Niş üzerinden geçerek 9 Ağustos'ta Belgrad'a ulaştı. 20 Ağustos'ta ordu, Sava Nehri'ni köprüyle geçerek Avusturya'nın Siren topraklarına girdi. Slankamen Kalesi'ne bir savaş konseyi çağrıldı ve Macaristan'ın Eger kalesini (Erlau) kuşatmaya başlamalarına karar verildi. Kale, tamamı Osmanlı hükümdarlığına karşı isyan halinde olan Habsburg Avusturya ile Transilvanya arasındaki iletişim yollarını kontrol ediyordu.
'OSMANLI ORDUSUNU YARIP GEÇTİLER'
Ancak çok geçmeden Avusturyalıların Hatvan Kalesi'ni kuşatarak ele geçirmeyi başardıkları, kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere burada yaşayan tüm Osmanlıları öldürdükleri haberi geldi. Osmanlı Ordusu 21 Eylül 1596'da Eger Kalesi'ni kuşatmaya başladı ve 12 Ekim'de kale teslim oldu. Hatvan Kalesi katliamına misilleme olarak bu kaleyi savunanların hepsi idam edildi. Kısa bir süre sonra Osmanlı komutanlığı,
Huzur ve güvenin sadece insanlar için değil, hayvanlar için de gerekli olduğunu hatırlatan kuş evleri Osmanlı'da merhametin en önemli simgelerindendi. 15'inci ve 16'ncı yüzyılda bir oyuk, küçük bir yuva şeklinde tasarlanan bu minik evler yıllar içinde adeta sarayı andıran yapılara dönüştü. Tuğla, kiremit, taş ve harç kullanılarak yapılan kagir kuş evlerinin yanı sıra tahtadan yapılan yuvalar da vardı. Ancak bunların çoğu ya zamana karşı direnemedi ya da yangınlarda yok olup gitti. Daha çok serçe, saka, kırlangıç gibi küçük kuşlar için inşa edilen kuş evleri bu canları kışın fırtına ve soğuktan, yazın da yakıcı güneşten koruyordu. Osmanlı Devleti'nin maneviyat ve mimari yaklaşımının benzersiz bir temsili olan kuş evleri için Sanat Tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz, "İslam inancı gereği evlerin cephesinde o dönemde resimlerden, figürlerden, heykellerden hoşlanılmıyordu. Bu nedenle kuş evleri binanın dış görüntüsünü estetik anlamda da zenginleştirdi. Bunlar ilk dönemde küçük bir yuva
Tam 18 yılını Nil Vadisi'nde geçiren tanınmış bir Mısır bilimcisiydi. Antik Mısır'a dair ortaya çıkmamış, keşfedilmemiş her şey onun en büyük tutkusuydu. 1822'de ABD'nin Connecticut eyaletinde doğan Edwin Smith, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısını Mısır'da geçirdi. Yıllarını Antik Mısır'ın gizemini aydınlatmaya adayan Smith, takvimler 1862 yılını gösterdiğinde kariyerinde önemli bir dönüm noktası yaşadı. Yolu Mustafa Ağa adlı bir kişiyle kesişen Smith, bu adamdan Thebe kalıntılarından kaldığı düşünülen bir papirüs satın aldı. Smith'in satın aldığı bu papirüsün önemli bir farkı vardı. Bu papirüs dünyanın en eski cerrahi dökumanıydı ve bazı bölümleri eksikti. MÖ 16'ncı yüzyıla ait olduğu düşünülen bu papirüs, hiyeroglif sistemiyle yazılmıştı. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan bu papirüsü incelemeye koyulan Smith, keşfettiği bilgilerle modern tıbbın gizemini ortaya çıkaracaktı.
'RASYONEL VE GÖZLEME DAYALI TEDAVİNİN İLK ÖRNEĞİ'
Edwin Smith'in yaptığı incelemelerde papirüste bal ve küflü ekmeğin
Günümüzde kilo verip zayıflamak isteyenler kalori sayma ve kendilerini en sevdikleri yiyeceklerden mahrum bırakma süreciyle birlikte katı bir diyete bağlı kalmayı zor buluyor. Ancak bilimsel araştırmalar bu içinden çıkılmaz sürecin bir sonu olduğunu söylüyor. Peki ama nasıl? Dünyanın saygın tıp dergilerinde yayımlanan makaleleri kaleme alan bilim insanları, kişilerin hayatında yapacağı birtakım değişiklik ve düzenlemelerle zayıflayabileceği kanaatinde. Bu şekilde zayıflamanın mümkün olup olmadığını ise obeziteyle mücadelede bugüne kadar önemli çalışmalara imza atan İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Ayça Kaya'ya sorduk. İşte diyet yapmadan zayıflamayı sağlayan bilimsel olarak kanıtlanmış 8 yöntemin uzman bakış açısıyla yorumu...
1- KAHVALTI ÖNCESİ EGZERSİZ
Bilimsel araştırmalara göre diyet yapmadan kilo verebilmenin kanıtlanmış bazı yolları olsa da kilo vermek isteyenlerin hayatında bazı değişikliler yapması gerekli. 8 altın kuraldan ilki sabah kahvaltı yapmadan ve bir şey yemeden önce kardiyo egzersizleri yapmak hatta bunu bir alışkanlık haline getirmek.
Dr.
Türk tarihi, edebiyatı ve kültürü incelendiğinde Eski Türklerde kadının sosyal hayattaki yerinin günümüzden çok daha yukarıda olduğunu söylemek mümkün. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden Prof. Dr. Muharrem Kaya, insanlık tarihini bir süreç içinde düşünmemiz gerektiğini, geçim tarzına göre ilkel-sürü toplumundan avcı-toplayıcılığa, tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru bir gelişim çizgisinin görüldüğünü belirtti. Prof. Dr. Kaya, "Mitolojide avcı-toplayıcı toplumların oluşturduğu bilgi, inanç alanıdır. Yaban toplumların, evrenin, dünyanın, yeryüzü şekillerinin, hayvanların, bitkilerin, sosyal olguların, kökenini izah ettikleri bir yapıdır. Türklerin tarih sahnesine ilk çıktıkların zamanlardan kalan anlatılara, hayvancılıkla geçinen göçebe boylara baktığımızda bu bilgilerin, inanışların, âyinlerin izlerini görüyoruz" dedi.
'DÜNYAYI KADINLARA BORÇLUYUZ'
Türk mitolojisinde de dişi
İskandinav Mitolojisi’nde, 'Tanrıların Babası' olarak isimlendirilen Odin, yalnızca mitolojik bir figür değil, pagan inancının en yüce tanrısı olarak geçiyor. Peki oğlu Thor ile birlikte İskandinav bölgesinin en önemli inanç figürlerinden olan Odin Türk mü? İlk kez duyanlar için şaşırtıcı bir soru olabilir ama Odin’in, hatta tüm İsveç halkının Türk olduğu iddiası, İsveç tarihinin kurucusu olarak adlandırılan Prof. Sven Lagerbring’e ait. Prof. Sven Lagerbring, 'İsveççenin Türkçe ile Benzerlikleri' ismiyle kaleme aldığı kitabında, Odin ve İsveç halkının Türk kökenli olduğunu açıklamakla kalmamış, iki dilin arasında bugün bile benzer olan özellikleri detaylarıyla anlatmış. Peki bütün bu iddialar ne kadar doğru?
Tarih araştırmacısı Doç. Dr. Selahattin Özkan Viking ve Türk mitolojileriyle ilgili farklılıkların ve benzerliklerin olduğunu ifade ederek, farklı oldukları için birbirlerine tamamen yabancı diyemediğimizi, aynı oldukları için de akraba topluluklar olduğunu söylemeyeceğimizi