İnsanların hafızasını, duygularını ve hatta yalanlarını bile çözen bir dil vardır: Koku. Belki kulağa mistik ya da hayal ürünü gibi gelebilir fakat Koku Uzmanı ve Bilim İnsanı Bihter Türkan Ergül’ün yaşam öyküsüne ve söylemlerine baktığınızda, her duygunun; korku, öfke, aşk hatta yalanın bile kendine has bir aroması olduğunu öğreniyorsunuz.
Ergül’ün hikayesi, çocukluk yıllarına, henüz Türkiye’ye geldiği altı yaşına kadar uzanıyor. Tıp kökenli bir ailenin çocuğu olarak, var olmayan şeylerin kokusunu alabilmesi aileyi endişelendirmiş; fakat doktorların 'sadece burnu hassas' demesiyle bu merak uyandıran yeti, yıllar içinde tutkuyla işlenip mesleğe dönüşmüş. Kokuyla kurduğu bağ, onu sıradan bir hobi sahibinden, duyguları ve insan sağlığını yorumlayan bir bilim insanına dönüştürmüş.
Bihter Türkan Ergül, kokunun yalnızca hafızamızı tetikleyen bir araç olmadığını, aksine bedenimizin en gizli mesajlarını fısıldayan bir dil olduğunu savunuyor. Bir toplantıda, görünüşte cazip tekliflerin
Ünlü bilim dergisi Nature’da yayınlanan ve 6 yıl süren geniş çaplı bir araştırma, 400’den fazla Viking iskeleti üzerinde yapılan genetik analizlerle, Vikinglerin sadece İskandinavya kökenli olmadığını ortaya koydu. Hatta bu araştırma, İngilizlerin kökenlerinin Vikinglere dayandığını iddia ederek tarih kitaplarını baştan yazmaya aday!
Vikingler gerçekten kimdi?
Tarihsel kaynaklara göre Vikingler, 8. ve 11. yüzyıllar arasında Avrupa ve ötesinde önemli izler bırakan denizci savaşçılardı. Ancak yapılan yeni DNA analizleri, Vikinglerin büyük bir kısmının düşündüğümüz gibi safkan İskandinav olmadığını gösteriyor. Çalışmaya katılan bilim insanlarından Profesör Eske Willerslev, “Vikinglerin önemli bir kısmı kahverengi saçlıydı ve genetik olarak İskandinavya dışından gelen akıştan etkilendi” diyerek yaygın Viking imajının artık geçerliliğini yitirdiğini belirtti.
Bu araştırma, aynı zamanda Viking kimliğinin bir etnik köken olmaktan çok kültürel bir kimlik olduğunu vurguluyor. Tarih araştırmacısı Doç.
İnsanlığın en eski inançlarından biri olan su kültü, özellikle Türk halkları arasında yüzyıllardır süregelen bir gelenek. Kötü bir rüya görünce akan suya anlatmak, şifa için okunmuş su içmek, dilekleri kağıda yazıp suya bırakmak, hatta suya kurban kesmek... Tüm bunlar, suya atfedilen kutsiyetin ve ona duyulan saygının birer göstergesi. Su, sadece fiziksel bir gereksinim değil, aynı zamanda ruhsal bir bağ, mitolojide doğumu ve yaratılışı simgeleyen güçlü bir öğe.
MSGSÜ Sanat Tarihi Bölümü Emekli Öğretim Üyesi, Erken Devir Türk Sanatı ve Mitolojisi uzmanı Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu, özellikle Tuva ve Hakasya gibi bölgelerde yaşayan Türk topluluklarının bu inançları halen koruduğunu belirtti. Türk mitolojisinde suyun yaratıcı bir unsur olarak görülmesi, suya ruh atfedilmesi ve bazı suların canlılık ya da ölümsüzlük verdiği inancı, nesilden nesile aktarılmış bir kültürel miras.
Suyla ilgili koruyucu inançlar
Türk kültüründe su, kutsal bir varlık
Bazı isimler tarih kitaplarının sayfaları arasında kaybolur, bazıları ise asırlardır unutulmaz. Süleyman el-Halebi, Napolyon'un Mısır'daki en gözde komutanı General Jean Baptiste Kleber’i öldüren ve trajik bir sonla tarihe geçen isimlerden biri. Peki onun kafatası neden Paris'te bir müzede sergileniyor?
1777 yılında Suriye’nin Afrin kentinde doğan Süleyman el-Halebi, babasının ticaret sayesinde sağladığı imkânlarla iyi bir eğitim aldı. El-Ezher Üniversitesi’nde İslami ilimler tahsil etti, hattatlıkla ilgilendi ve zamanla bir âlim kimliği kazandı. Ancak onun adını tarihe yazdıran, ilim değil, elindeki hançer oldu.
Mısır İşgali ve Kleber’in yükselişi
Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgaliyle Osmanlı topraklarında büyük bir kaos başladı. Fransa, Hindistan’a kadar uzanabilecek geniş bir fetih planı yaparken Osmanlı bu saldırılara karşı koymakta zorlanıyordu. Napolyon, işleri yoluna koyması için Mısır’da Kleber’i bıraktı ve Avrupa’ya döndü. Kleber, Osmanlı'nın Mısır’ı kurtarma girişimlerini püskürtmekle kalmadı,
İnsanlık tarihi boyunca gizemi en merak edilen yapılar arasında yer alan Mısır Piramitleri'nin yapımıyla ilgili çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Piramitleri inşa eden insanlar kimdi? Köleler mi? Son yapılan çalışmalara göre gerçekler bildiğimizden daha farklı olabilir.
Mısır Piramitleri, insanlık tarihinin en büyük gizemlerinden biri olma özelliğini yüzyıllardır koruyor. Gize çölünde tüm ihtişamıyla duran ve çok sayıda teoriye ilham kaynağı olan Keops Piramidi, bu gizemi derinleştiren anahtar eserlerden biri. Ancak son yapılan bilimsel çalışmalar ve arkeolojik bulgular, piramitlerin inşa sürecine dair ezber bozan gerçekleri gün yüzüne çıkardı.
Köleler değil yetkin zanaatkârlar
Piramitlerin inşa edenlerin kim olduğu tarih boyunca sıklıkla tartışılan bir konu oldu. Hollywood filmleri ve popüler kültür, bu devasa yapıların sırtında inşa edildiği insanları çoğunlukla zincire vurulmuş köleler olarak tasvir etti. Ancak son bulgular, bu algıyı kökten değiştiriyor. 2000’li yıllarda Gize’de bulunan
Organ nakli, hastaların hayatta kalabilmesi için kritik bir adım olmanın ötesinde, bazen kişisel değişimleri de beraberinde getirebiliyor. Kalp nakli gibi büyük bir operasyonun ardından hastalar, kimi zaman bambaşka birine dönüşebildiklerini ifade ediyor. Son dönemde bu konuya dair yapılan araştırmalar, organ nakli sonrası kişilik değişikliklerinin gerçekten de mümkün olabileceğine dair bulgular ortaya koyuyor. Peki, organ nakli sonrası gerçekten kişilik değişimi yaşanabilir mi?
17 Ocak 2024 tarihinde, Colorado Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, organ nakli olan hastaların kişiliklerinin değiştiğini ortaya koydu. 47 organ nakli vakasının incelendiği çalışmada, 23 kalp nakli ve 24 diğer organ nakli yapılan hastalar arasında yüzde 89 oranında kişilik değişiklikleri gözlemlendi. Bu değişiklikler arasında yemek tercihlerinden sosyal yaşantıya, müzik zevklerinden kariyer tercihlerine kadar geniş bir yelpazede farklılıklar bulunuyor. Örneğin, 1990 yılında kalp nakli olan bir hastanın, organını bağışlayan müzisyene dair yoğun bir müzik sevgisi duymaya başladığı kaydedildi.
Giresun ve çevresinde devam eden bu gelenek, doğurganlıkla ilgili unsurlar içeriyor. Uzmanlar, ritüellerin Amazonlara dayandırılsa da kökeninin daha geniş bir mitolojik ve sosyolojik yapıya uzandığını ifade ediyor. Dr. Koray Genç, taş ve ateşin bereket ve üretkenlik sembolleri olduğunu belirtirken, bu unsurların Türk mitolojisindeki su ve taş kutsallığıyla örtüştüğünü söyledi. Ayrıca Amazonların erkeklerle birlikte olduktan sonra onları öldürdüğüne dair inanışların ataerkil toplumların yanlış algılarından kaynaklandığına dikkat çekti. Amazonların yılın belirli günlerinde bölgedeki erkeklerle birlikte olduğunu ve ardından erkeği öldürdüğünü, eğer doğan çocuk erkek ise sakat bıraktığını ya da canını aldığını söyleyen Dr. Genç, "Denize taş atma ritüelini, oradaki kadınların eşlerini, Amazon kadınlarından korumak için yaptıkları eylemle açıklayanlar var" ifadelerini kullandı.
Prof. Dr. Muharrem Kaya ise kadın bedeni üzerinden doğanın bereketinin kutsanmasının, tarım toplumlarının ortak bir özelliği olduğunu
17 yaşına geldiğinde, yıllarca süren baskı ve işkence nedeniyle derin bir depresyona sürüklenen Marie, sık sık panik ataklar geçiriyor ve halüsinasyonlar görüyordu. Doktorlar tarafından yanlış bir şekilde şizofreni teşhisi konulan Marie, hayatının en karanlık dönemine adım attı. Bu teşhis onun tam 17 yıl boyunca bir akıl hastanesinde kapalı kalmasına neden oldu. Bu süreçte büyük bir umutsuzluk içinde yaşayan Marie, defalarca kendi canına kıymayı düşündü ve hayatını bir daha toparlayamayacağına inandı.
34 yaşına geldiğinde, doktorlar Marie'nin teşhisini yeniden değerlendirdi ve onun şizofren olmadığını, yalnızca majör depresyon ve panik ataklar yaşadığını fark etti. Bu teşhis, Marie'nin hayatındaki en büyük dönüm noktası oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, kendi ayakları üzerinde durmaya karar veren Marie, hayatının kontrolünü eline aldı. Önce üniversiteye kaydoldu ve buradan mezun olduktan sonra Harvard Üniversitesi'nde yüksek lisans yaparak akademik kariyerine devam etti. Harvard'ın ona cesaret verdiğini ve dünyayı daha geniş