Bazı isimler tarih kitaplarının sayfaları arasında kaybolur, bazıları ise asırlardır unutulmaz. Süleyman el-Halebi, Napolyon'un Mısır'daki en gözde komutanı General Jean Baptiste Kleber’i öldüren ve trajik bir sonla tarihe geçen isimlerden biri. Peki onun kafatası neden Paris'te bir müzede sergileniyor?
1777 yılında Suriye’nin Afrin kentinde doğan Süleyman el-Halebi, babasının ticaret sayesinde sağladığı imkânlarla iyi bir eğitim aldı. El-Ezher Üniversitesi’nde İslami ilimler tahsil etti, hattatlıkla ilgilendi ve zamanla bir âlim kimliği kazandı. Ancak onun adını tarihe yazdıran, ilim değil, elindeki hançer oldu.
Mısır İşgali ve Kleber’in yükselişi
Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgaliyle Osmanlı topraklarında büyük bir kaos başladı. Fransa, Hindistan’a kadar uzanabilecek geniş bir fetih planı yaparken Osmanlı bu saldırılara karşı koymakta zorlanıyordu. Napolyon, işleri yoluna koyması için Mısır’da Kleber’i bıraktı ve Avrupa’ya döndü. Kleber, Osmanlı'nın Mısır’ı kurtarma girişimlerini püskürtmekle kalmadı,
İnsanlık tarihi boyunca gizemi en merak edilen yapılar arasında yer alan Mısır Piramitleri'nin yapımıyla ilgili çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Piramitleri inşa eden insanlar kimdi? Köleler mi? Son yapılan çalışmalara göre gerçekler bildiğimizden daha farklı olabilir.
Mısır Piramitleri, insanlık tarihinin en büyük gizemlerinden biri olma özelliğini yüzyıllardır koruyor. Gize çölünde tüm ihtişamıyla duran ve çok sayıda teoriye ilham kaynağı olan Keops Piramidi, bu gizemi derinleştiren anahtar eserlerden biri. Ancak son yapılan bilimsel çalışmalar ve arkeolojik bulgular, piramitlerin inşa sürecine dair ezber bozan gerçekleri gün yüzüne çıkardı.
Köleler değil yetkin zanaatkârlar
Piramitlerin inşa edenlerin kim olduğu tarih boyunca sıklıkla tartışılan bir konu oldu. Hollywood filmleri ve popüler kültür, bu devasa yapıların sırtında inşa edildiği insanları çoğunlukla zincire vurulmuş köleler olarak tasvir etti. Ancak son bulgular, bu algıyı kökten değiştiriyor. 2000’li yıllarda Gize’de bulunan
Organ nakli, hastaların hayatta kalabilmesi için kritik bir adım olmanın ötesinde, bazen kişisel değişimleri de beraberinde getirebiliyor. Kalp nakli gibi büyük bir operasyonun ardından hastalar, kimi zaman bambaşka birine dönüşebildiklerini ifade ediyor. Son dönemde bu konuya dair yapılan araştırmalar, organ nakli sonrası kişilik değişikliklerinin gerçekten de mümkün olabileceğine dair bulgular ortaya koyuyor. Peki, organ nakli sonrası gerçekten kişilik değişimi yaşanabilir mi?
17 Ocak 2024 tarihinde, Colorado Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, organ nakli olan hastaların kişiliklerinin değiştiğini ortaya koydu. 47 organ nakli vakasının incelendiği çalışmada, 23 kalp nakli ve 24 diğer organ nakli yapılan hastalar arasında yüzde 89 oranında kişilik değişiklikleri gözlemlendi. Bu değişiklikler arasında yemek tercihlerinden sosyal yaşantıya, müzik zevklerinden kariyer tercihlerine kadar geniş bir yelpazede farklılıklar bulunuyor. Örneğin, 1990 yılında kalp nakli olan bir hastanın, organını bağışlayan müzisyene dair yoğun bir müzik sevgisi duymaya başladığı kaydedildi.
Giresun ve çevresinde devam eden bu gelenek, doğurganlıkla ilgili unsurlar içeriyor. Uzmanlar, ritüellerin Amazonlara dayandırılsa da kökeninin daha geniş bir mitolojik ve sosyolojik yapıya uzandığını ifade ediyor. Dr. Koray Genç, taş ve ateşin bereket ve üretkenlik sembolleri olduğunu belirtirken, bu unsurların Türk mitolojisindeki su ve taş kutsallığıyla örtüştüğünü söyledi. Ayrıca Amazonların erkeklerle birlikte olduktan sonra onları öldürdüğüne dair inanışların ataerkil toplumların yanlış algılarından kaynaklandığına dikkat çekti. Amazonların yılın belirli günlerinde bölgedeki erkeklerle birlikte olduğunu ve ardından erkeği öldürdüğünü, eğer doğan çocuk erkek ise sakat bıraktığını ya da canını aldığını söyleyen Dr. Genç, "Denize taş atma ritüelini, oradaki kadınların eşlerini, Amazon kadınlarından korumak için yaptıkları eylemle açıklayanlar var" ifadelerini kullandı.
Prof. Dr. Muharrem Kaya ise kadın bedeni üzerinden doğanın bereketinin kutsanmasının, tarım toplumlarının ortak bir özelliği olduğunu
17 yaşına geldiğinde, yıllarca süren baskı ve işkence nedeniyle derin bir depresyona sürüklenen Marie, sık sık panik ataklar geçiriyor ve halüsinasyonlar görüyordu. Doktorlar tarafından yanlış bir şekilde şizofreni teşhisi konulan Marie, hayatının en karanlık dönemine adım attı. Bu teşhis onun tam 17 yıl boyunca bir akıl hastanesinde kapalı kalmasına neden oldu. Bu süreçte büyük bir umutsuzluk içinde yaşayan Marie, defalarca kendi canına kıymayı düşündü ve hayatını bir daha toparlayamayacağına inandı.
34 yaşına geldiğinde, doktorlar Marie'nin teşhisini yeniden değerlendirdi ve onun şizofren olmadığını, yalnızca majör depresyon ve panik ataklar yaşadığını fark etti. Bu teşhis, Marie'nin hayatındaki en büyük dönüm noktası oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, kendi ayakları üzerinde durmaya karar veren Marie, hayatının kontrolünü eline aldı. Önce üniversiteye kaydoldu ve buradan mezun olduktan sonra Harvard Üniversitesi'nde yüksek lisans yaparak akademik kariyerine devam etti. Harvard'ın ona cesaret verdiğini ve dünyayı daha geniş
1380 yılında henüz 11 yaşındayken tahta çıkan VI. Charles, başlangıçta umut vadeden bir liderdi. 21 yaşında yönetimi eline aldıktan sonra reformlar yaparak yolsuzluğu azaltmaya çalıştı. Ancak 1392'de zihinsel sağlığı bozulmaya başladı ve giderek daha tuhaf davranışlar sergiledi. İlk belirtiler arasında adını ve kral olduğunu unutması, yıkanmayı ve kıyafet değiştirmeyi reddetmesi vardı. Kendi hizmetçilerini kurt zannederek kovaladığı ya da mahkûm avına çıktığı dönemler yaşandı. Durumu giderek kötüleşti ve kendisinin camdan yapıldığına inanmaya başladı. Yere düştüğünde kırılacağını düşündüğünden kimsenin ona dokunmasına izin vermiyor, hizmetçilerini zırh giymeye zorluyordu. Bu sanrı, onun savaşlara katılmasını ve etkin bir lider olmasını da engelledi.
VI. Charles’ın durumu, o dönem sıkça görülen 'cam sanrısı' vakalarının bir örneğiydi. Tarihi belgeler, kendilerini cam bir vazo, sürahi ya da piyano zanneden insanların hikâyelerini içeriyor. Örneğin, Bavyeralı I. Ludwig’in kızı Prenses Alexandra, çocukluğunda
Nasreddin Hoca fıkraları üzerinden verdiği mesajlarıyla, olaylar karşısındaki tutumu ve yaklaşım biçimiyle yaşadığı dönem13'üncü yüzyıldan bu yana yalnızca Türkiye’de değil, dünya çapında da etkiye sahip. 'Büyük bir dünya düşünürü' olarak anılan Nasreddin Hoca, Azerbaycan'da 'Molla Nasreddin', Türkmenistan’da 'Hoca Efendi', Kazaklarda da 'Mulla Nasreddin' gibi isimlerle anılıyor. Öyle ki onun fıkralarını anlatma geleneği Fas’ta gerçekleştirilen 17. UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Toplantısı’nda 'İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi'ne alındı. Eskişehir'de her yıl adına çeşitli kutlamalar yapılan Nasreddin Hoca'yla ilgili araştırmalar ise hâlâ devam ediyor.
'NASREDDİN HOCA'NIN MEZARI BULUNDU'
Nasreddin Hoca'nın Selçuklu döneminde, 1208'de Eskişehir'in Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyünde doğup, Konya Akşehir'de hayatını kaybettiği birçok uzman tarafından kabul ediliyordu. Sivrihisar'daki Ulu Cami’nin restorasyonu sırasında bulunan bir lahit
Hayatımızın ne zaman sonlanacağı ya da ölüm anında nelerin olabileceği gibi sorular insanlık tarihinin en büyük gizemleri arasında yer alıyor. Neredeyse bütün kültür, inanç ve mitler hayatın anlamına, ölümden sonraki ihtimallere bir açıklama getirse de birçok kişi özellikle ölüm anında nelerin yaşanabileceğine dair yapılan bilimsel araştırmaları ilgiyle takip ediyor. Ölüme yakın deneyimleri anlatan araştırmaların en çarpıcı olanlarından biri ise ABD'nin New York şehrinde yapıldı. Yoğun bakım ünitesinde görevli İngiliz bir doktorun öncülüğünde yapılan araştırmada "Hayat nedir? Ne zaman sona eriyor?" gibi sorulara yanıt arandı.
ÇEYREK ASIR BOYUNCA ARAŞTIRDI
ABD'nin New York şehrindeki bir tıp merkezinde çalışan İngiliz doktor Dr. Sam Parnia, hayatı boyunca pek çok kez dramatik ölümlere ya da mucizevi kurtuluşlara şahitlik etti. Yoğun bakım ünitesinde geçen uzun yıllar sonucunda hayat ve ölüm arasındaki ince çizgide yürüyen kişilerle geliştirdiği iletişim, onu tüm dünyaya