Avrupa Birliği, Kıbrıs konusunda Türkiye ve KKTC'yi köşeye sıkıştırdı.
Kabul etmek gerekir ki, AB, haksız bir tutumla, Türkiye'nin önüne Kıbrıs'ı önkoşul olarak koymuştur.
Verilen mesaj, 1 Mayıs'a kadar Kıbrıs sorununun Annan Planı içinde çözülememesi halinde, Türkiye'ye tarih verilmeyeceği, KKTC'ye ambargonun devam edeceğidir.
Bu açık bir şantajdır.
AB, bu koşullarda Türkiye ve KKTC'yi masaya oturmaya zorlamış ve bunu başarmıştır. Hükümet, AB'den tarih almaya kilitlediği politikasını yürütebilmek için AB'nin isteğini yerine getirmiş ve Türk heyeti masaya oturmuştur.
Eğer ortada çözülmesi gereken bir sorun ve sorunun da iki tarafı varsa, AB'nin Rum Kesimi için de uzlaşma koşulu sürmesi gerekirdi. Bunu yapmadığı için Rum Yönetimi açısından uzlaşmamanın bir yaptırımı yoktur. Masada Annan planının Rumlar lehine olduğu da bilindiğine göre, Rum tarafının süreç sonunda "kaybedeceği" en fazla Annan planının kabul edilmesi olur.
New York'ta başlayan görüşmelerde Rum tarafının baskı altına alındığı ortak kanı olarak yansıtılıyor. Bu baskı, Türk tarafının, "her koşulu kabul edip masadan kalkmamak" olarak özetlenecek politikası karşısında Rumların da masada kalmalarına yöneliktir. Yoksa, işin esasına dönük baskıyı gören Türk tarafı olmuş ve Ankara'nın geliştirdiği politika bu baskıya eşlik etmek yönünde gelişmiştir.
Şimdi, Türk tarafının başlattığı atak, Annan'ın boşlukları doldurması dahil olmak üzere koşulları kabul ederek, sözde Rum tarafını sıkıştırmaya yöneliktir.
Eğer Türk tarafının hedefi, 1 Mayıs'a kadar uzlaşmak istemeyen Rum yönetiminin bu politikasını açığa çıkarmak ve masadan kaçan taraf olduğunu göstermekse, yapabileceği son hamle zaten budur. Rum tarafı kaçarsa, AB'nin elindeki bir bahane gitmiş olacaktır. Peki Rumlar masada kalırsa? İşte o zaman yine esas olarak sıkıştırılan taraf Türk tarafı olacaktır.
AB ve ABD, Kıbrıs'ta gerçekten adil ve kalıcı bir çözüme ulaşmak istiyorsa, Rum tarafı için de bir yaptırım ortaya koymaları gerekirdi. Koymalıydı ki, Rum tarafı uzlaşmazsa, bunun bir bedeli olacağını bilsin ve ona göre hareket etsin. Örneğin, AB, Rum tarafının üyeliğinin her ne olursa olsun 1 Mayıs'ta gerçekleşeceğini garanti etmek yerine, üyeliğin askıya alınabileceği gibi bir yaptırım geliştirse, iyi niyetli ve tarafsız davranmış olurdu. Bunu yapmayınca uzlaşmayı Rum tarafının keyfine bırakmış oldu.
Türk tarafının başlattığı atak Rum tarafını sıkıntıya sokmuş gibi görünse de, Türkiye'nin olmazsa olmaz dediği değişiklikleri plana geçirebilmek açısından ek bir güç sağlamış değildir. Sadece masada oturma yönünden zemin ve puan kazandırdığı varsayılmaktadır. Bu yaklaşım Annan planının aynen kabulü sonucunu da kabul etmek anlamına gelir ki, bu Türk tarafını 1.5 yıl önceki noktaya geri götürür.
Görüşmeler devam ederken bile Türk tarafı, AB'den, Güney Kıbrıs'ın üyelik tarihini erteleme veya askıya alma yaptırımını talep etmelidir. Bozuk pazarlık dengesini göreceli de olsa düzeltmenin yollarından biri budur.
İşin daha baştan kaybedilmiş yönü ise, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiği halde, hakkı olan müzakere sürecinin başlatılmasını sağlayamamış, bu konuda direnmek yerine, AB'nin "Kıbrıs koşulu"nu kabullenmiş olmasıdır.
Bu, bir yarışa binlerce metre geriden başlamayı kabul etmek demektir...