Kimi insanların can yakma maharetlerini şaşkınlıkla izliyorum. Provasız dikilmiş her türlü kötülük tam uyuyor üzerlerine. Çok ürkütücüler. Çok hırslılar. Ölümlü oldukları bilgisinden köşe bucak kaçıyorlar. Hak ve hukuk kavramları olmadığı için vicdan mahkemeleri de yok. Onları görünce “Sartre haklı, cehennem başkalarıdır” diyorum. Ama kimi insanlar da var ki, cana can katıyorlar. Yara sarmakta mahirler. Sıcacık gülümsemeleri, samimiyet kuşanmış kelimeleriyle. O zaman da Anadolu bilgelerine hak veriyorum. “İnsan insanın ağusunu alır” diyorum. Onlarla kurduğumuz ilişkiler şifalı. Karanlık yanlarımızı keşfedip ışıtmamızı sağlayabiliyorlar misal. Tıpkı İran kökenli Pervane gibi. Fredrik Backman‘ın kitabından filme uyarlanan “Hayata Röveşata Çeken Adam” filmindeki. Sayesinde aksi Ove, gelen topa havada ters perende atarak tek ayakla vuruyor ve ömrünün son deminde hayatının golünü hayata atıyor.
Ove, 59 yaşında, huysuzluğuyla nam salmış, kısa süre önce eşini kaybetmiş, bu
Bu hafta, şahane bir “Ayrılık da sevdaya dahil” öyküsü okudum: Aylin Balboa’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı “Bu Hikâye Senden Uzun Osman”. Tadı damağımda kaldı, döndüm bir daha okudum. Bu kez satır altlarına kalemle ‘kırmızı kurdele’ler takarak. Öyle çok sevdim.
Kitap 20 öyküden oluşuyor. Her birini bağımsız okumak mümkün. Topluca ve sıralı okunduğunda hoş bir novella tadı da veriyor. Uzun süren bir ilişkiden yara bere içinde, duygusal aksamı bozulmuş şekilde çıkmış bir kadının, ayrıldığı sevgilisi Osman’a yazdığı mektupları okuyoruz kitapta. Her ayrılık sevdaya dahil olmaz. Misal, saygısızca bitmiş ilişkilerin ayrılığında sevda olmaz. Ama kitaptaki ayrılık, yıllar süren derin bir ilişkiye ait. Güzel günleri çok olmuş, iki insanın birlikte tadabileceği her türlü güzellikten nasibini almış günleri. Ama işte hayat bu ya, çok da yaralamış Osman, sevgilisini. Bazen bile isteye, bazen istemeye istemeye. Her ilişkide olduğu gibi. Kadın tamire muhtaç hâle gelince ayrılık
Annem bayram için biz çocuklarına ikişer takım kıyafet alırdı. Biri evde misafirleri karşılarken giyeceğimiz, diğeri misafirliğe giderken. Bizimle yaşayan babaannem ailenin en yaşlısı olduğu için bayram boyunca evimiz dolup dolup taşardı. Gündelik hayatta bir araya gelemediğimiz tüm akrabalar babaannemin elini öpmek, bayramlaşmak için eve akın ederdi. Mutfakta annemin yaptığı tepsi tepsi kadayıflar ikram edilirdi misafirlere. Servis işinde biz ailenin kızları görevliydik. İlk bayramlığımızı giyer, tabakları servis ederdik. Her yaş grubundan, birbirinden farklı insanlar, onların anlattığı hikâyeler… İlgiyle dinlerdim hepsini. Bir tür hikâye dinleme günüydü bayramlar. Öznesi çoğunlukla babaannem olan bir dolu tatlı anı anlatırdı herkes. Kolonya ve şeker ikramıyla başlayan sohbetlerde. Severdim o hikâyeleri dinlemeyi.
Sıra bizim bayram ziyaretlerimize geldiğinde, ikinci takımlarımızı giyer, yola çıkardık. Dört kardeş olduğumuz için – sonradan bir tane daha gelecekti- ikişer gruplar hâlinde anne babamıza eşlik ederdik. Et kavurmalar, sarmalar,
Modern Yunan edebiyatının kurucusu olarak bilinen Aleksandros Papadiamantis, Yunanistan’ın Skiathos Adası’nda dünyaya gelir. Babası rahiptir. Lise eğitimi için Atina’ya gider. Daha sonra Atina Üniversitesi’nde felsefe okumaya başlasa da eğitimini yarım bırakır. Çünkü çalışmak zorundadır. Skiathos’a geri döner. Geçimini yazarak sağlamaya başlar. Öyküler, gezete yazıları, romanlar…
Papadiamantis, Türkiye’de tanınan bir yazar değil. İki yıl önce Jaguar Yayınları, başyapıtı “Hadula”yı Yasemin Aydın’ın çevirisiyle dilimize kazandırana dek Türkçede kitabı da yoktu. Okumak için ayırmış, araya giren başka kitaplardan fırsat bulamamıştım. Bu hafta, sosyal medyada birkaç kez karşıma çıkınca aklıma düştü “Hadula”. Raftan alıp okumaya başladım ve bu kadar iyi bir edebiyata bunca geç kalmanın üzüntüsünü yaşadım.
Kadın olmanın bedeli
Hadula, Skiathos Adası’nda yaşayan yaşlı bir kadın. Skiathos, kızların çeyiz vermeden evlenemediği bir ada. 19. yüzyıl
Toni Morrison, en sevdiğim yazarlardan biri olmakla birlikte, edebi ailemde ‘teyze’ mertebesindedir. Teyzelerimiz, annelerimizden daha cesurdur genellikle. Annemize göre daha özgürlükçüdür. Yasaklara daha büyük tepki verirler annelerimize nispeten. Daha dikbaşlıdırlar hem. O yüzden Morrison benim Toni Teyze’mdir aynı zamanda.
Toni Teyze’min on bir romanının yanı sıra yazdığı tek bir öykü varmış. 1980’de yazılmış. İtiraf edeyim, bilmiyordum. Sel Yayıncılık, “Resitatif” adlı bu öyküyü Seda Çıngay Mellor’un güzel çevirisiyle Türkçeye kazandırdı. Bu hafta vitrinlere çıkan kitabı “New York’tan teyzem gelmiş” sevinciyle karşıladım. Artık bedenen aramızda olmasa da, kitapları üzerinden sürdürüyor yaşamını Toni Teyzem. Kütüphanemde onu en güzel yerde ağırlama hazırlıklarını yaptıktan sonra başladım “Resitatif”i okumaya.
Bulmaca öykü
“Resitatif”, bir bulmaca öykü. Okurken aynı zamanda bir bulmacayı çözmeye çalışıyoruz.
Antalya Muratpaşa’da, şehrin merkezi konumlarından Şehit Binbaşı Cengiz Toytunç Caddesi’nde gri binaların arasından diğerlerine hiç benzemeyen bir bina yükseliyor. Caddedeki klasik yapılaşmanın soğuğunu kıran. Renk renk borularla kaplı dış cephesi. Borular birbirinin aynısı değil. Tıpkı insan gibi. Farklı kırılımlarla kaplıyorlar yapıyı. Ama bütüne baktığımızda uyum içindeler. Yine farklı insanların oluşturduğu bütün gibi. Bu anlamlı, özgün yapının mimari projesinde Sinan Genim’in imzası var. Beş katlı çağdaş binanın adı Antalya Kültür Sanat. 2015 yılında Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Eğitim Araştırma ve Kültür Vakfı tarafından yaptırılmış. Hedefi “Antalya için yeni bir cazibe merkezi oluşturmak, hem Antalyalıları hem de kente gelen yerli ve yabancı konukları sanatın ve kültürün farklı renkleriyle buluşturmak”. Yedi yıl içinde bu hedefe defalarca ulaştı. Ulusal ve uluslararası sergilere ev sahipliği yaptı. Yetişkinler ve çocuklar için sanat eğitimleri verdi. Felsefe, edebiyat, sinema alanlarında çok sayıda paneller
Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde, piramidin tabanında fizyolojik ihtiyaçlar vardır. İnsan öncelikle beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak ister. Bunları karşıladıktan sonra ikinci basamakta güvenlik ihtiyacı gelir. Kendimizi güvende, dış dünyanın tehlikelerine karşı korunaklı hissetmek en temel ihtiyaçlarımızdan biridir. Beslenme, barınma ve güven ihtiyaçlarımızın ardından ait olma ve sevgi ihtiyaçlarımız ortaya çıkar. Ailemiz, çevremiz tarafından sevilmek, bunu romantik ilişkilerimizde de deneyimlemek isteriz. Dördüncü basamakta saygı ihtiyacımız yer alır. Ailemizden, iş verenimizden, arkadaşlarımızdan, sevgilimizden, eşimizden saygı görmeyi arzu ederiz. Sevgi ve saygı ihtiyaçlarımızın karşılanması kendimize duyduğumuz güvenin mihenk taşlarıdır. Bu ihtiyaçların tamamını karşıladıktan sonra piramidin en üst basamağında yer alan bir kavram çıkar karşımıza: Kendini gerçekleştirme ihtiyacı. Bu ihtiyaç çerçevesinde hayatla kurduğumuz ilişkiyi tanımlamak esastır. Hayattan ne bekliyoruz?
Çocukluğumuzun kimi özel nesneleri vardır. Annemizin el aynası, babamızın bıyık makası, dedemizin köstekli saati gibi. Onlara eşlik eden anılarla birlikte yürürüz yetişkinliğimize. Unutmak olmaz. Dost sohbetlerinde geçer adları, önemleri. Tatlı hikâyelere özne olurlar bazen. Bazen çocukluğun asude günlerini hatırlayıp mutlu olmaya vesile. Bazıları kişisel nostalji kutularımızda bizimle birlikte yaş alır. Bizimle birlikte evden eve, şehirden şehire taşınır. Bazıları da bir yazarın külliyatına girecek yeni kitaba isim olur. Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan geçen hafta çıkan “Evrak Çantası” gibi.
Çocukluğundan hatırlıyor Mungan da bu nesneyi. Babasına ait evrak çantasını. Kimi zaman babasının yazıhanesinde masanın üstünde, kimi zaman bir koltuğun, sandalyenin. En çok da çantanın gözleri çekermiş dikkatini. Gündelik konuşmalara eşlik eden: “Çantanın gözünde bir yerdedir”, “Ön gözüne koymuştum oraya bak”, “Bence bu çantayı alalım, bak ne