Kendimizin kurguladığı, beklentilerimize karşılık veren bir hayat yaşamak yerine tesadüflerin, kimi bağımlılıklarımızın ve korkularımızın şekillendirdiği bir hayata mahkûm olmak varoluşsal krizlerin zirve noktalarından biri olsa gerek. Bjorn Hansen bu krizi 50 yaşında yaşıyor. Vaktiyle Oslo’da bir bakanlıkta çalışan Hansen, on sekiz yıl önce karısını ve iki yaşındaki oğlunu terk ederek sevgilisi Turid Lammers’in kasabası olan Kongsberg’e yerleşiyor. Gerekçesi, bunu yapmadığı takdirde her şeyden pişmanlık duymak.
Turid, ışıltılar saçan, herkesi kendine hayran bırakmanın formüllerini bilen ve uygulayan hırslı bir kadın. Kasabanın vergi müdürü olarak işe başlıyor Hansen. Drama ve yabancı dil öğretmeni olan sevgilisinin kurduğu tiyatro grubunda küçük roller oynuyor. İşini bulan da onu tiyatro deneyimi yaşamaya ikna eden de Turid. Ona olan büyük hayranlığı ve bağımlılığı nedeniyle kendi seçimi olmayan bir iş ve sosyal hayatın içinde giderek mutsuz oluyor Hansen. Yılda altı kez hafif operalar sergileyen tiyatro topluluğunu bir üst seviyeye taşımak için
Gözlerine bakıyorum. Kararlı, hafif hüzün geçişleri olan bakışları var. İnsanı etkisi altına alıyor hemen. Yüzünde sakin, sessiz bir ifade. Mutlu desem değil. Mutsuz desem hiç değil. Saklı bir eda. Biraz yana doğru eğilerek oturmuş. Üzerinde siyah çarşaf var. Çarşafın altından uçuk mavi-beyaz dantelli elbisesi görünüyor. Beyaz danteller boynunu sarıyor. Göğsünün üzerinde iki yandan birleşen kumaş mavi bir gül gibi toplanmış. Belini kuşak gibi sarmış. Çarşaftan volanlı kol kıvrımları çıkıyor. Dizlerinin üstünde birleştirdiği ellerinde mimoza dalları var. Sarı yeşil, az önce koparılmış gibi. Eğilsem kokusunu alacağım sanki. Güçlü bir kadın görüyorum ben. Hissediyorum. Bu kadın Marie Palyart: Osman Hamdi Bey’in ikinci eşi Naile Hanım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne (MSGSÜ) bağlı İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin üçüncü katındaki salonda, ziyaretçileri ağırlıyor. Eşinin adına açılan şahane bir sergide.
Serginin küratörü Zeynep
Romanların içindeki seslere hiç dikkat etmiş miydiniz? Her roman o romana ait bir bestenin notalarından oluşur aslında. Bazı besteler üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Hani bazı şarkıcılar vardır, her yeni şarkısında bir önceki şarkının müziğini duyar gibi olursunuz. Aynı şekilde bazı romancıların kitaplarında da bir önceki kitabının sesini sezersiniz. Kimi okur için iyidir bu; hatta denir ki “Yazarını bilmesem bile bu satırları okuduğumda ona ait olduğunu söyleyebilirim.” Bu durum bazı yazarları rahatsız etmez. Farklı konularda art arda çıkardığı kitaplarda, karakterler değişse de sesleri aynı kalır. Bu süreklilik hâli bir tür imza gibidir. Ama bazı yazarlar için ‘kendini tekrar”ın alamet-i farikasıdır; yazar bundan rahatsız olur, yeni seslerin peşine düşer. Oya Baydar’ın Can Yayınları’ndan çıkan son romanı “Yazarlarevi Cinayeti”nin kahramanı olan Yazar da bu zorlu yolun yolcularından.
Yazar, çok satan kitaplara imza atmış, kitapları çok sayıda yabancı dile çevrilmiş, edebiyatla ilgilenen herkesin yakından tanıdığı
İlk kitap hediyemi babamdan aldım. 14-15 yaşlarımdayken. Bir akşam eve kollarında bir kutuyla geldi. “Bu senin” dedi. Açtım, içi kitap dolu. 30 beyaz kitap, sırtlarında minik kırmızı kalpler. Nasıl mutlu olduğumu bugün gibi hatırlarım. Her bir kitabı tek tek, özenle kitaplığıma yerleştirişimi. Hâlâ durur o kitaplar, üstlerinden 40’a yakın yıl geçmiş, ciltleri sararmış; içleri pırıl pırıl. Babamın, o gün iş yerine gelen pazarlamacıdan aldığı Can Yayınları’nın kitapları. Hani en güzel hediye kitaptır derler ya; çoğu insanda karşılığı yoktur ama benim hayatımda bu hep böyle oldu. Hiçbir hediye iyi bir kitap kadar sevindirmedi beni. Yine hiç unutamadığım bir başka kitap hediyesi de 10 yıl kadar önce arkadaşım Zeynep Miraç’ın bir yurt dışı seyahati sonrası getirdiği Jung’un “Red Book”udur. Arketip, kolektif bilinçdışı, persona, anima, animus gibi kavramlardan oluşan temel kuramının nasıl ortaya çıktığını Jung'un kendi kaleminden okuduğumuz kitap henüz Türkçeye çevrilmemişti. Elim kitabın kırmızı
Sahne korkusundan mıdır bilinmez, hayata seyirci kalmayı tercih eden insanlar vardır. Hoca beni fark etmesin, soru sormasın diye en arka sırada kendini saklayarak oturan öğrenciler gibi. Sessiz bir varoluş içinde yaşayıp giderler. İnsan, doğası gereği görülmek, anlaşılmak ister. Onlar da bu istekten muaf değildir elbette ama ‘bakan’la aralarına bir tül perde çektiklerinde daha konforlu hissederler. Sahne ışıkları içinde hayatının oyununu tadını çıkararak oynamak yerine karanlık salonda oturup izlemeleri de bundandır esasen. Görülmenin bir bedeli vardır çünkü. Performans ister. Ama onlar, kendi hallerinde, hayata minimum katılımla yaşamayı seçmiştir.
Oyuncu performansı göstermeyi reddedip seyirci atıllığı içindeki bu insanların edebiyattaki en güzel karşılıklarından biri de John Williams’ın “Stoner” adlı romanı. 1965’te yazılan kitap, o yıllarda hiç ilgi görmedi. Ama ne olduysa 2000’lerin başlarında yeniden keşfedildi. Eleştirmenler, içindeki sessiz varoluşu fark etti. Çok sayıda dünya diline çevrildi, bir
Steinbeck’in sevgili köpeği Toby’nin yazarın “Fareler ve İnsanlar” romanının taslağını yediğini biliyor muydunuz? Peki Hemingway’in Pamuk Prenses ismindeki kedisine çok düşkün olduğunu? Mark Twain’in, kedisi Bambino kaybolunca gazeteye ilan verdiğini? Flannery O’Conner’ın çiftliğinde yüzden fazla tavuskuşu beslediğini?
Verdiğim örneklerde olduğu gibi evcil hayvanlarını evinin bir ferdi, hayatının vazgeçilmezi sayan çok sayıda sanatçı var. Çok özel bir dostlukları olmuş evcil hayvanlarıyla. İşte bu özel ilişkiyi vurgulayan şahane bir sergi açıldı, bu hafta başlayan Artweeks@Akaretler kapsamında: “Onlar”. Tülay Palaz’ın Milliyet Sanat dergisindeki aynı adlı köşesinde çizdiği illüstrasyonlardan oluşuyor sergi. Aynı zamanda bu yıl yarım asrı geride bırakacak olan Milliyet Sanat’ın 50. yıl etkinliklerinin ilki olma özelliğini de taşıyor.
Tülay Palaz, Bursa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi, Resim Bölümü’nden dereceyle mezun oldu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
"Billur bir avize Bursa’da zaman" diyen Tanpınar’ın duru avizesi Bursa surlarının önemli yapılarından biri olan Zindankapı’da bir güncel sanat galerisinde ışıl ışıl yanıyor. Zaman, zindanların içindeki boşlukta sallanan bir avize gibi. Tarihi dokusu korunarak Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilen yapının içinde yer alan Zindankapı Güncel Sanat Galerisi’nde zaman soyut olmaktan çıkmış, somut, elle tutulur bir nesne adeta. 2 bin 500 yıllık bir tarihin içinde her bir ana dokunabiliyorsunuz galeride.
Zindankapı Güncel Sanat Galerisi’nde Bursa şehrinin kuruluş amacı ve şehrin isminin nereden geldiği gibi bilgiler dijital formlar içinde izleyiciyle paylaşılıyor. Roma Dönemi silahlarının replikaları, Bursa’nın 1326 yılına kadarki tarihsel süreci anlatan kiosklar ve animasyon filmler var. Perde projeksiyonun Türkiye’de kullanıldığı ilk galeri olma özelliğini de eklemek isterim. Yeniçeri askeri sergilemeleri, mapping videolar üzerinden aldığımız tarihi bilgiler, interaktif yerleştirmeler ve galerinin içinden ulaşılan kulelerden
Psikoloji Profesörü John W. Santrock, “Yaşam Boyu Gelişim – Gelişim Psikolojisi” adlı kitabında ‘yas’ı şöyle tanımlar: “Sevdiğimiz bir kişinin kaybından sonra hissedilen duygusal uyuşukluk, inanamama, ayrılık kaygısı, çaresizlik, üzüntü ve yalnızlıktır”. Yasla başa çıkmada ikili süreç modeli söz konusudur. Bunlardan birincisi kayıp odaklıyken diğeri iyileşme odaklıdır. Kayıp odaklı yas, ölen kişiye odaklanır, kaybın olumlu olumsuz değerlendirmelerini içerir. Özlem duyma, ölen kişiyi sürekli düşünüp durma yoğun olarak hissedilir. İyileşme odaklı yasta ise bu süreç, “dünya hakkındaki yıkılan varsayımları ve kişinin o dünyadaki yerini” yeniden inşa eder. İnsanlar yas tutarken bu iki model arasında gidip gelirler. Her iki modelde de baskın olan duygu “keder”dir.
Geçtiğimiz hafta, Doğan Kitap’tan çıkan, Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin, ülkesinin ilk istatistik profesörü olan babasının böbrek yetmezliği nedeniyle ölümü