"Billur bir avize Bursa’da zaman" diyen Tanpınar’ın duru avizesi Bursa surlarının önemli yapılarından biri olan Zindankapı’da bir güncel sanat galerisinde ışıl ışıl yanıyor. Zaman, zindanların içindeki boşlukta sallanan bir avize gibi. Tarihi dokusu korunarak Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilen yapının içinde yer alan Zindankapı Güncel Sanat Galerisi’nde zaman soyut olmaktan çıkmış, somut, elle tutulur bir nesne adeta. 2 bin 500 yıllık bir tarihin içinde her bir ana dokunabiliyorsunuz galeride.
Zindankapı Güncel Sanat Galerisi’nde Bursa şehrinin kuruluş amacı ve şehrin isminin nereden geldiği gibi bilgiler dijital formlar içinde izleyiciyle paylaşılıyor. Roma Dönemi silahlarının replikaları, Bursa’nın 1326 yılına kadarki tarihsel süreci anlatan kiosklar ve animasyon filmler var. Perde projeksiyonun Türkiye’de kullanıldığı ilk galeri olma özelliğini de eklemek isterim. Yeniçeri askeri sergilemeleri, mapping videolar üzerinden aldığımız tarihi bilgiler, interaktif yerleştirmeler ve galerinin içinden ulaşılan kulelerden
Psikoloji Profesörü John W. Santrock, “Yaşam Boyu Gelişim – Gelişim Psikolojisi” adlı kitabında ‘yas’ı şöyle tanımlar: “Sevdiğimiz bir kişinin kaybından sonra hissedilen duygusal uyuşukluk, inanamama, ayrılık kaygısı, çaresizlik, üzüntü ve yalnızlıktır”. Yasla başa çıkmada ikili süreç modeli söz konusudur. Bunlardan birincisi kayıp odaklıyken diğeri iyileşme odaklıdır. Kayıp odaklı yas, ölen kişiye odaklanır, kaybın olumlu olumsuz değerlendirmelerini içerir. Özlem duyma, ölen kişiyi sürekli düşünüp durma yoğun olarak hissedilir. İyileşme odaklı yasta ise bu süreç, “dünya hakkındaki yıkılan varsayımları ve kişinin o dünyadaki yerini” yeniden inşa eder. İnsanlar yas tutarken bu iki model arasında gidip gelirler. Her iki modelde de baskın olan duygu “keder”dir.
Geçtiğimiz hafta, Doğan Kitap’tan çıkan, Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin, ülkesinin ilk istatistik profesörü olan babasının böbrek yetmezliği nedeniyle ölümü
Perihan Mağden’in “Babasız Kızlar Balosu” isimli şiirini bilir misiniz?
“bu davette topuğunuzun ya da kanadınızın
biri kırık olmalı
bu şartı yerine getirmeyenler
kırık ön dişler ya da deşik ciğerlerle de
katılabilirler”
Baba Zula da şiirin iki dizesiyle bestelenmiş halini seslendirmişti vaktiyle:
“Babamız bizi sevmedi.
Emanet kelimelerle aşk olur mu? Aşkta dış görünüş ne kadar önemli? İnsan ruhunun derinliklerine inen sözleri nedeniyle bir cüce devleşebilir mi? Yakışıklı ama bildiği tek dil sokağınki olan ve klişelerden öteye geçemeyen bir adam, bir kadın üzerindeki etkisini ne kadar sürdürebilir? Sizin beğenmediğiniz kendinizi, bir başkası beğenebilir mi? Kırık dökük bir özgüven daha baştan ilişkiye sekte vurur mu?
Bütün bu soruları derinlemesine tartışır Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac” adlı eseri. 17. yüzyılda yaşamış Parisli şair, oyun yazarı ve silahşor Savinien Cyrano de Bergerac'ın gerçek hayat öyküsünden esinlenilerek yazılmış bir tiyatro metnidir. Bu eser 1950 tarihli Jose Ferrer’in yönettiği filmle sinema tarihindeki serüvenine başladı. Başka uyarlamalar da oldu. Jean-Paul Rappeneau imzasını taşıyan 1990 yapımı Fransız uyarlamasında uzun ve çirkin burnuyla Cyrano’yu canlandıran Gerard Depardieu’yu hatırlarsınız. Ve bu kez İngiliz yönetmen Joe Wright’ın imzasıyla vizyonda “Cyrano”. Peter
Bu hafta, İş Sanat’ın Youtube kanalından, Provadan İzle serisi kapsamında Georges Feydau’nun yazdığı “Terzihane” oyununu izledim. Oyunun başkahramanı Dr. Moulineax, altı ay önce Yvonne ile evlenmiş, çapkın bir doktor. Çeşitli yalanlar söyleyerek, karısını sürekli aldatıyor. Son sevgilisi ise Suzanne Aubin. Oyunun başında bir gece önceki baloda karşılaşmışlar ama Mösyö Aubin karısını hiç yalnız bırakmadığı için, balo sonrası görüşmeleri iptal olmuş. Doktor da o saatten sonra eve giremeyeceğinden geceyi bir bankta geçirmiş.
Sabah karısı yatağını bozulmamış bulunca kızılca kıyamet kopuyor. Doktor eve geldiğinde karısını ikna etmek için geceyi hasta arkadaşı Bassinet’de geçirdiğini söylüyor; adamın ölümcül bir hastalığa yakalandığını. Ama o da ne? Kapı çalınıyor ve Bassinet gayet sağlıklı bir şekilde içeri giriyor. Doktor durumu kurtarmaya çalışsa da karısı şüpheleniyor tabii. O sırada kayınvalidesi Madam Aigreville de çifti ziyarete geliyor.
Bassinet kendisine ait Milan caddesi 70 numaradaki bodrum katını kiraya
İhsan Oktay Anar sekiz yıl aradan sonra “Tiamat”ı yayımladı. Anar kitapta ana katmanı felsefi içerikle çeşitlendirip çok daha büyük bir hikâye yazıyor.
Dile kolay, tam sekiz yıl olmuş. Yeni bir İhsan Oktay Anar romanı çıkmayalı, edebi hasretin bu en nevi şahsına münhasır olanıyla baharlar yaza, yazlar kışa tam sekiz kere döneli. Sabrın sonu ise bu hafta Everest Yayınları’ndan çıkan “Tiamat”. Deniz kokulu, tiril tiril bir esenlik hâlinin kitap şeklinde gövde bulduğu. Yeterince bekledik, bir de ben bekletmeyeyim. Hemen başlayalım: 1915 Zemheri bitimi. Port Said’in 40 mil poyraz tarafında bir tahtelbahir gemisindeyiz bu defa. Bir Osmanlı denizaltısında. Düşman gemileri batırmak için, canla başla çalışıyor mürettebat. Batırdıkları bir destroyerden geriye kalan şilepten savaş ganimetlerini alıp yola devam etmek için denize iniyor bir grup asker. Şilepte kafaları patlamış cesetler arasında ilerleyerek yiyecek, içecek, meyve derken bir sandığa rastlıyorlar. Onu tahtelbahire taşıyorlar. Sandığın gemiye girişiyle birlikte o
Dilber Babuş. Bizim Dilberay ismiyle bildiğimiz, halk müziği ve arabesk sanatçısı. 2007 yılında 14. Altın Koza Film Festivali’nde “Beynelmilel” filmindeki rolü ile ”En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülüne layık görülmüştü. Bu filmde söylediği “Tavukları Pişirmişem” şarkısı uzun zaman dillerden düşmemişti hatırlarsınız. “Zorunda mıyım?” onun klasiklerinden bir diğeriydi.
Flash TV’deki “Kadere Mahkûmlar” adındaki programında, demir parmaklıklar arkasında bir cezaevi şeklinde düzenlenen stüdyoda şarkılarını dertli dertli söylüyor, kader mahkûmlarının mektuplarını okuyarak, onların seslerini devlet büyüklerine duyurmaya çalışıyor, istek parçalarını seslendiriyor; seyirci de parmaklıkların ön tarafında gözyaşları içinde kendisini dinliyordu. Bana kalırsa Türk televizyonunun en ilginç yapımlarından biriydi.
2019’da kaybettik Dilberay’ı. Geçtiğimiz hafta yönetmenliğini Ketche’nin yaptığı başrolünde Büşra Pekin’in olduğu,
Sevdiğim bir anne duası vardır: “Allah seni hep iyilerle karşılaştırsın”. Anneler bizden önce öğrenirler hayatta insan eli yapımı çok fazla kötülük olduğunu. O kötülerle ve kötülüklerle karşılaşmamızı istemezler. Ama ne mümkün. Daha çocuk yaşta karşımıza çıkarlar. ‘Akran zorbalığı’, ‘yetişkin zorbalığı’na evrilir ve ömür boyu sürer. İş hayatında, özel hayatlarımızda, arkadaşlarımız arasında, daha pek çok yerde karşımıza çıkar kötüler. Hayatın bir noktasında ‘intikam’ duygusunu öğreniriz. Yapılan kötülüğü, yapana misliyle ödetmeyi. Canını yakanın canını yakmayı. Zamanlama verilir bir de; ‘intikam soğuk yenen bir yemektir’.
Bıçak keskinliği
Bunların hepsi insan ruhunu zorlayan, ağırlık yapan, mutsuzluk garantili öğretiler. “İntikamını aldı ve sonsuza kadar mutlu yaşadı” diye bir son duymadım hiç. Tam tersi intikam hırsıyla kuruyan bir sürü kalp gördüm. Kendi adıma, küçük ölçekte canım