Makamlar geçici oldukları gibi, sanılanın aksine, insanlara değer katmaz. Tam tersi, insanlar makamlara değer katar. Kişilik özellikleriyle, eğitimleriyle, yaratıcılıklarıyla, duruşlarıyla, derinlikleri, farkındalıkları, dürüstlükleri ve elbette proaktif çalışma tarzlarıyla… Kendi değerini makamların belirlediği insanlar, işsiz kaldıklarında sudan çıkmış balığa dönerler. Zira onlar aynı zamanda üniforma hastalığı denen bir dertten mustariptir. Makamlarını temsil eden üniformalarını çıkardıklarında / çıkarmak zorunda kaldıklarında çıplak hissederler; değersiz, işlevsiz, anlamsız.
Geçen hafta vizyona giren Kıvanç Sezer’in filmi “Küçük Şeyler” tam da bu iki noktaya parmak basıyor. Bir ilaç firmasında bölge müdürü olan Onur’un (Alican Yücesoy) işten çıkarılmasıyla başlayan dağılma sürecini derinlikli ve ironik bir aktarımla anlatıyor film. Onur, işiyle varolduğunu söyleyen bir beyaz yakalı. Kendini sadece işiyle tanımlayan, hayata anlam verme meselesi üzerine hiç
Aile kültürden kültüre değişen bir kavram. Tek bir tanımı yok. Kimi kültürlerde kan bağının olması yeterli. Bazılarında akrabalık ilişkileri de devreye giriyor. Yıllardır sevgi, saygı ve dayanışma içinde süren arkadaşlıkları aile olarak isimlendirenler de var. Amerikan nüfus bürosunun tanımı ise şöyle: “Belirli sorumlulukları yüklenmiş, doğum, evlilik gibi sebeplerle birlikte yaşayan iki veya daha fazla kişiden oluşan grup”. Nilüfer Özabacı ve Zülal Erkan’ın birlikte yazdıkları “Aile Danışmanlığı” adlı kitapta yer alan şu cümle hepsini bir potada eritiyor aslında: “Aile, birbirine biyolojik ve psikolojik olarak bağlı; birbiriyle geçmiş, duygusal ve ekonomik bağları olan; birbirlerini aynı ev ortamının bir üyesi olarak kabul eden kişiler olarak tanımlanabilir”. Yine kitaba göre sağlıklı ailenin tanımı ise şöyle: “Aile fonksiyonlarını yerine getiren ve üyelerine doyum sağlayan ailelerdir”.
Sağlıklı aile
Yönetmenliğini Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun yaptığı bu yılki Cannes Film Festivali’nde
İnsanları, hikâyeleri üzerinden değerlendirmeyi öğrendikten sonra asla affetmem dediklerimi affettim. Böyle bir kötülüğün izahı olmaz dediklerimi anladım. İnsanların hikâyelerinin, onların doğrularını ve yanlışlarını açıklayacak zenginliğe sahip olduklarını fark ettim. Her insanın bir hikâyesinin olduğunu, biricik olduğunu ve davranışlarını açıkladığını. “Anlamak”, affetmeyi getirdi ama onları ‘artık’ hayatıma almama tercihimi de kullandım hep. Bu farkındalığın faydası insanı hayli yoran nefret duygusundan kurtulmam oldu.
Hayran kaldım
Todd Phillips’in “Joker”i, vizyona girdiği ekim ayından bu yana sinema gündeminden düşmedi. Dünya çapında yaklaşık 745 milyon dolar hasılat elde eden film, sinema tarihinin diğer “Joker” filmleriyle kıyaslandı. Joker’i canlandıran Joaquin Phoenix’in En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılırken, içeriğindeki ‘şiddet övgüsü’ (!) nedeniyle Akademi’nin filme Oscar verme konusunda tereddüde düşeceği söylendi. Amerika’da film yoğun güvenlik önlemleriyle salonlarda gösterildi. İzleyici Joker’e hak verenler ve vermeyenler şeklinde ikiye bölündü. “Joker” Türkiye’de de büyük ilgi gördü. Geçtiğimiz hafta sonu en çok izlenen ilk 5 film arasında dördüncü sırada yerini aldı.
Arthur Fleck’in psikolojisi
“Joker” kabaca, gelir dağılımı eşitsizliğinin yoğun olarak yaşandığı, fakirlerin zenginlere diş bilediği hayali Gotham şehrinde yaşayan ve komedyen olmak isteyen palyaço Arthur Fleck’in
Meslek hayatımın en içime dert olan söyleşisi 99’da Tomris Uyar’la yaptığımdır. Gayrettepe’deki evinde buluşmuştuk. İri yeşil gözleri, içi sulu çağla kıvamında. Bu kadar mı güzel olur? Gülüşü sıcacık. Kendisi şefkatli. Sohbeti tarifsizdi. Bir buçuk saate yakın konuşmuştuk. “Hayat yazılsa, inanılmaz fantastik bir öykü çıkar ortaya” demişti, Türk öykücülüğünün primadonnası. “Sokağa çıkıyorum bir sürü Madam Bovary, istemediğin kadar. Ama o trajik cesaretten yoksunlar” benzetmesiyle açıklamıştı insanın içine inmek kavramını. “Yazmasanız ölür müydünüz?” diye sormuştum, Sait Faik’e gönderme. “Yazmak var oluşumun odağı. Yazmazsam ölmem ama sürünürüm. O durumda benden hayır da gelmez, ölmeyi yeğlerim” diye yanıtlamıştı. Her cevabının altı kırmızı kalemle çizilesiydi. Başlığa şu sözünü saklamıştım: “İyi okur yalnız kalmaz”. Hayatta bundan daha kıymetli bir tespit olabilir mi?
En çok
İnsana sahip çıkan şairler vardır. Hüznüne, aşkına, hayal kırıklıklarına, yaşama sevincine... Hayatına. Onlardan biri, epeyce kıymetlisidir Murathan Mungan benim için. Öyle anlar olur ki mısra çeker canım. İlk koştuklarımdandır Mungan. Hani yakın arkadaşlar gibi. Samimiyetinden sual olunmayan. Uzak düşsek özlerim. İki şiir kitabı arasında da hasret çekerim.
“Yaz geçer” dizesini dua gibi mırıldandım bütün hayatım boyunca. Yazlar da geçti. Ben yazdım da geçti; hiç geçmez sandıklarım. Bir deftere başlarken yeni bir sevda dersi notlarını tuttuğum, ‘son’ sayfada hep aynı dizeler vardı: “Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim / Ben sende bütün aşklarımı temize çektim”. İyi mi yaptım kötü mü bilmem. Ama en okunaklı yazımla temize çektim.
Alacânım indi mi göğsüne heves?
Sitem sevmem ama alıkoyamam da kendimi zaman zaman. O vaktiler hep aynı şiiri okudum, gizli gizli: “Etimdeki eksik yangın, sindi yüreğim / Seyreldi tenim sahtiyan tarih / Mahsur kaldım, meçhul oldum, şehit düştüm
Tarih 29 Ocak 1953. Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nin avlusu. Caminin dışına taşan bir insan seli. Kimler yok ki cenaze töreninde. Hasta yatağından kalkıp gelmiş İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay. Milletvekilleri, bakanlar, ünlü yazarlar, şairler, profesörler, doçentler... Sonra işçiler. Ayyaşlar, serseriler, sarhoşlar. Hepsi Neyzen Tevfik’i uğurlamak için oradalar. Düzenle, dayatmalarla, baskılarla başı hiç hoş olmamış, aynı dertlerden muzdarip insanların sesi olmuş Neyzen’i...
Niye toplandılar?
Ve Neyzen de karşımızda. Burak Sergen’in canlandırdığı. Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği “Neyzen” oyununda. Saint Benoit Lisesi’nin Siluet sahnesinde.
Kendi cenazesine gelmiş Neyzen. “Niye toplandı bunca insan buraya?” diye sorduktan sonra hayatını anlatmaya başlıyor cemaate. Bodrum’da doğduğunu. Sultan Abdülhamit döneminde, Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı yıllarda. Babasının bir ‘sakıncalı’ olduğunu. Saraya jurnallendiği için Bodrum’a sürgün edildiğini.
Yapı Kredi Yayınları, bu hafta Nasser Saffarian’ın hazırladığı “Ah Ayetleri” adlı bir kitap yayımladı. Yönetmen Nasser Saffarian’ın İran edebiyatının en önemli şairlerinden Furuğ Ferruhzad anısına çektiği bir film için yapılan söyleşilerin deşifrelerinden oluşuyor kitap. Alt başlığında dediği gibi “Furuğ Ferruhzad Hakkında Söylenmemiş Sözler”i içeriyor
“Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir /seni, kendinde tekrarlayarak /çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek / ben bu ayette seni ah çektim, ah / ben bu ayette seni / ağaca ve suya ve ateşe aşıladım / yaşam belki / uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği / yaşam belki / bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı / yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur / yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır / ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi / şapkasını kaldırarak / başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen / yaşam belki de o tıkalı andır / benim bakışımın senin buğulu