Bazen olur... Bazen anne babalarımıza ailemizin dışında rastlarız. Bazen de onları kaybettikten sonra. Ona da öyle oluyor. Kore Savaşı’nda annesi ve babası gözlerinin önünde öldürülen küçük kız çocuğuna. Bir gece vakti, ormanın orta yerinde usul usul ağlayan. Kore Savaşı için gelen Türk birliğindeki Süleyman Astsubay’a rastladığında. İri gözlerinde yaşının kaldıracağından çok daha büyük bir dehşet, yaşadığı travmayla konuşma yetisini kaybetmiş, etrafında onlarca ölü... Ay yüzlü bu küçük kıza sahip çıkıp ona Ayla adını veriyor Süleyman Astsubay. Karargâha götürüyor. Askerlerden biri battaniyeden palto dikiyor bir avuç canı olan bedenine... Bir alay erkek, şefkatleriyle sarıp sarmalıyor onu. Ama özellikle Süleyman Astsubay. Göz göze geldikleri ilk anda mucizevi bir şekilde kuruluyor aralarındaki baba-kız bağı. Her geçen gün daha da kuvvetleniyor. Güven ihtiyacı giderilen Ayla, konuşmaya, çocukluğuna kaldığı yerden devam etmeye başlıyor, ‘baba’ dediği Süleyman Astsubay’ın kanatları altında. Birliğin içtima zamanlarında o da sağ baştan sayanların sonuna ekleniyor. Komutana asker selamı veriyor. Karargâhta, imkânlar dahilinde yapılan oyuncaklarıyla oyalanıyor. Kaybetme korkusunu
Beklerken... Ha geldi ha gelecek bir haberi... Uzaktaki sevgiliyi... Bazen saksıdaki orkidenin açmasını... Baharı... En iyi şiir tutar insanın elini. Hele iyi yazılmışsa... Alır götürür. Yolda sarıp sarmalar. Dertleşir yakın bir arkadaş gibi. Kendinize yakınlaştırırken, beklemenin ağırlığından uzaklaştırır. Bu hafta Akif Kurtuluş’un Can Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Hayat, Saat Farkıyla”yı okurken bir kez daha deneyimledim. Kurtuluş’un 12 yıl aradan sonra yayımlanan yeni şiirlerinde gülümsemek var, kederlenmek, aşka düşmek, donup kalmak, silkinip toparlanmak... Ve aslında hayat var. Saat farkıyla...
Bir bakıyorsunuz yalnızlığa dokunmuş. Ne kadar kalabalık olsak da zaman zaman hissettiğimiz...
samsunasfaltı’na dağılan
tespih tanelerinde eksik
çifti kaybolmuş ayakkabı tekiyim
Sade ve sakin bir yaşamak tarifi veriyor birden. Böyle mi güzel anlatılır...
gittikten sonra
bir sana baktım
Karlı bir kış günüydü. Lise 1’e gidiyorum. Son ders. Edebiyat. Kapı açıldı ve bütün zarafetiyle içeri girdi Pervin Hanım. “Topuğuna basma” diye tembihleyen annesinin öğüdüne uygun, her zamanki gibi parmaklarının ucunda yürüyerek. Sivri burunlu, yüksek ökçeli ayakkabılarıyla. İnce hatlı yüzündeki o sıcacık gülümsemeyle bizi selamlayıp aramızda dolaşmaya başladı. Önceki hafta ‘anı’ türünü anlatmış, örnek metinler okumuş ve bir sonraki derse bir anımızı yazmamızı istemişti. “Kim başlamak ister?” diye sordu. İki ay önce kaybettiğim babaannemin son dört gününü yazmıştım. Parmaklar birer ikişer kalktı havaya. Günlük tutmak dışında yazıyla fazla bir ilişkim yoktu. Onun da yarısını kendi icadım şifreli bir alfabeyle yazıyordum, annem okursa anlamasın diye. Biraz çekinerek kaldırdım parmağımı. Dersin bitmesine yakın bana söz verdi.
Tahtanın önünde, ellerini göğsünde kavuşturup dinlemeye başladı Pervin Hanım. Okurken burun çekmeler geldi kulağıma, hava soğuk, grip salgını var, ondan olmalı diye düşünüyorum; dikkatim dağılacak, kötü okuyacağım diye de ödüm kopuyor. Son cümlenin ardından başımı kaldırdığımda, Pervin Hanım’ın başını tahtaya dayayıp ağladığını gördüm. Ne oldu demeden sınıftan
Çoğumuz hayatın bir yerinde en az bir kez hak vermişizdir Sait Faik’e: “Bir insanı sevmekle başlar her şey”. Geçen hafta vizyona giren ‘Babam’ı izlerken aklımda dolaştı durdu bu sözcükler. Sahici, beklentisiz, saf bir sevginin dönüştürücü gücünü vurgulayan film, taş kalpli bir babanın kabullenemediği hatta utandığı zihinsel engelli oğluyla ilişkisine odaklanıyor. Baba Yusuf Tunalı (Çetin Tekindor) dedesinden babasına, babasından kendisine geçen 100 yıllık bir sardalya konserve fabrikasının sahibi. Fabrika batmak üzere ve marka değeri büyük, kendisi küçük bu fabrikanın talibi var. Fazla bir şansı da, tadı da yok Yusuf Bey’in. Tam da o günlerde karısını kaybediyor. Ve hiç ilgilenmediği engelli oğlu Arif’le (Berker Güven) baş başa kalıyor. Daha ilk gece yanındaki boş yastıkta gezinirken elleri, soruyor kendine: “Ne yapacağım ben şimdi?”
O kadar hoyrat, o kadar öfkeli ki yapabileceği tek şeyi yapıyor; bakıcı tutmak. Aradığını bulamayınca mecburen Arif’i de fabrikaya götürmeye başlıyor. Yazıhanedeki koltukta oturup sıkılıyor Arif. Ta ki atanamadığı için fabrikada sardalya ayıklamak zorunda kalan Türkçe öğretmeni Feride’yle (Melisa Şenolsun) tanışana dek. Reşat Nuri Güntekin’in
Mevsimlerin seyrini değiştiren kitaplar vardır. Havalar soğumuş, güzelim yaz gelmiş geçmiş. Ama işte bir kitap çıkagelir. Peşi sıra da bahar. Engin Geçtan kitapları onlardandır. Geçen hafta Metis Kitap etiketiyle yayımlanan “Orada Bir Arada”yı elime aldığımda yağmur yağıyordu. İlk sayfada cemre toprağa düştü yeniden...
Kendiyle geçinmeye gönlü olanlar için, aynadaki suretle yüzleşmeye yardım eder Geçtan’ın kitapları. İnsan ruhunun perdelerini aralar; bazen güneş dolar içeri, bazen zifiri karanlık bir geceyle karşılaşırsınız. Her karşılaşma ilaç gibidir. Şifa verir. Herkesin anlayabileceği bir üslupta, incelikli, serinkanlı, nefis bir Türkçeyle yazar Engin Geçtan.
Uzmanlık alanı psikiyatri olmakla birlikte, edebiyat alanında yedi kitabı bulunan Geçtan, edebiyat dışı kategoride ise 10 kitaba imza attı. “Orada Bir Arada” da bu ikinci kategoriden. Hem çok da fazla bilmediğimiz grup terapi metodunu işliyor hem karakterlerin hikâyelerini özel bir edebiyat lezzetiyle ince ince dokuyor. Aslında Geçtan, edebiyat ve edebiyat dışı alanlardaki her kitabında yaptığı gibi insanı anlatmaya devam ediyor.
Yeni kitabı “Orada Bir Arada”yı yazarken meslek hayatının farklı dönemlerinde, 30 yılı aşan
Kaç zamandır haline üzülüp durduğumuz Beyoğlu’nun yüzü gülüyor bugünlerde. Yapı Kredi Yayınları’nın Galatasaray’da açılan yeni binasını konuşuyor herkes. O kadar yakıştı ki Beyoğlu’na. Teğet Mimarlık’ın hayata geçirdiği projenin inşaatı iki yıl sürdü. Binanın dış cephesi cam. Beyoğlu ona, o binaya dokunuyor gibi.
Kitabevinden içeri girdiğinizde büyüleniyorsunuz. Avrupa’da görüp hayran kaldığımız kitabevlerini andırıyor. Rüya gibi bir tasarım. Binlerce YKY kitabı bir arada. Yaşar Kemal, T.S Eliot, Orhan Pamuk, Birhan Keskin, Louis Aragon, Enis Batur, Füruzan, Montaigne, Sabahattin Ali, Herman Melville, Turgenyev, J.K. Rowling... Raflar bayram yeri gibi.
Galeri kısmına gelince... Onun tasarımı da kitabevini aratmıyor. Şu an, tamamı Yapı Kredi’nin koleksiyonundan oluşan, küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez’in yaptığı ‘Sarmal’ adlı sergiyi ağırlıyor.
Girişte, Lale Delibaş’ın yer heykeliyle karşılaşıyorsunuz. Serginin bütün bölümlerinde dolaşıyor. Binanın yan yüzlerine Ragıp Tuğtekin tarafından yapılmış Karagöz-Hacivat figürlerinden detaylar yerleştirilmiş.
‘Bereketli Hilal’ yani Mezopotamya bölgesinde 2 bin 500 yıldır yaşanan ekonomik, siyasi savaşlar ve değişimler sikkeler üzerinden
İstanbul’un gerdanına yakışan en görkemli takılarından biri de bienal hiç kuşkusuz. İki yılda bir sanat mücevherleri kutusundan çıkarıp taktığı... Gene ışıl ışıl parlıyor bugünlerde. Zira dün başladı 15. İstanbul Bienali. Küratörlüğünü Elmgreen&Dragset sanatçı ikilisinin yaptığı... Bu yılın teması iyi bir komşu. Komşuluk ilişkilerimizin yok olmaya yüz tuttuğu bu asri zamanlarda bizi bu konu hakkında epeyce düşündürecek. Bu kavram üzerinden, ev, aidiyet, köksalmışlık, cinsel yönelimler, doğa ve insan arasındaki müdahaleler, göç temaları da gündemimize girecek bir kez daha. 55 sanatçının işleriyle.
Altı mekânda gerçekleşen bienal, birbirine komşu bu mekânların mikro ölçekteki komşuluğunun evrensel anlamda makro ölçekteki komşuluklara ilham vermesini hedefliyor.
Bu yıl bienali gezmeye Pera Müzesi’nden başladım. Gördüğüm ilk çarpıcı eser Yeni Delhili sanatçı Dayanita Singh’e aitti. Müzenin içinde küçük bir müze kurmuş sanatçı. Bu müzede küratörün hayali çalışma ortamını izliyoruz. İnsansız mekân fotoğraflarının yerleştirildiği bir pano dikkat çekiyor. Sanatçı insansız mekânlara yer verirken, herkesin kendi evindeki yaşam alanının kendi küratörü olduğunu söylüyor. Bir küratör gibi
Borges der ki “Kalabalık, bir yanılsamadır. Böyle bir şey yoktur. Ben sizlerle tek tek konuşuyorum”. Bizlerle tek tek konuştuğu şahane bir kitap çıktı Can Yayınları’ndan: “Borges Sekseninde”. İki haftadır bitmesin diye günde 15-20 sayfa okuyorum. Kitap, Borges’in seksen yaşındayken yaptığı çeşitli sohbetlerden oluşuyor. 56 yaşındayken Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü’ne getirildiğinde hayatı boyunca gün gün azalan görme yetisini tamamen kaybetmesini “Bana aynı anda hem 800 bin kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi” şeklinde açıklayan bir edebiyat dâhisinin karşısına geçip o sohbetin bir parçası oluyorsunuz. Zekâsının verdiği inanılmaz keyif, bir fincan kahvenin tüten dumanı ve müthiş bir edebi lezzet. Edebiyatseverler için büyük bir hediye bu kitap...
Genel kanının aksine, çok fazla kitap okumaktan yana olmadığını hemen her sohbetinde vurguluyor Borges. Daha çok, eskiden okuduklarını yeniden okumak şeklinde bir tutum izlemiş: “Yaşantıların en mutluluk vericisi okumak. Ha, okumaktan çok daha iyi bir şey var, o da yeniden okumak, okuduğunuzun daha derinine inmek, onu zenginleştirmek. Az okuyun ama daha çok okuduklarınızı yeniden okuyun derim”.
Evine gidecek