Milliyet Gazetesi Hafta Sonu Ekleri olarak yeni yılı çocuklarla birlikte kutladık. Etfal Hastanesi Onkoloji servisinde yatan dünyalar güzeli çocuklarla yeni yıla gülümseyerek girelim istedik. Başlıktaki sözler dokuz yaşındaki Ela Nur’un: “2017 benim için biraz kötü geçti. 2018’in partilerle geçmesini istiyorum”
Uzun, beyaz, tertemiz bir hastane koridoru. Sağlı sollu odalarda, yaşları bir ile on bir arasında değişen çocuklar yatıyor. Saçsız başlarında annelerinin elleri… Güleryüzlü doktorlar, hemşireler, bir odadan çıkıp diğerine giriyor. Hava veriliyor kimilerine, kimilerine serum takılıyor, ilaçlar, iğneler… Pijamalarının içinde incecik bedenleri… Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Onkolojisi Bölümü burası… Hava ağır doğru. Çocuk cıvıltısı yok. Buna halleri de yok… Ne hissediyorum? Acı çekiyorum evet. Ama acımak… Hayır. “Hayatta ne dertler var” deyip teselli bulmak, bunun yazısını yazmak gibi bir niyetim yok. Ben kimim ki? Hayat hediye edilmiş, vakti geldiğinde ölümle sınanacak bir fani. İki ay sonra bir hastanenin onkoloji servisi hastalarından biri olmaya adayım. Hepimiz gibi. Orada bulunma sebebim, Milliyet Gazetesi Haftasonu Ekleri olarak yeni yılı
Geçen haftanın en ilginç haberlerinden biri de Google’ın 2017 arama trendlerinde ‘pestisit’ adlı tarım ilacının liste başı olmasıydı. Bu ilginin nedeni ‘Ufak Tefek Cinayetler’ adlı dizide jinekolog Oya’nın, sözüm ona arkadaşı Merve’nin gözünü korkutmak için asistanından ‘pestisit’ istemesi. Sahneyi gören dizi izleyicisi Google’a girip daha fazla bilgi almak isteyince, ortaya bu sonuç çıkıyor. Konu önemli. Zira her ne kadar tarım ilacı da olsa pestisit, topraktaki zararlı organizmaları yok ederken sebzelerden metabolizmamıza geçip ağır ağır bizi de zehirliyor.
Bu güncel örnek de gösteriyor ki, dizilerin halkın bilinçlenmesinde büyük rolü var. Öte yandan diziler, kültür sanat buluşmalarına da vesile olabiliyor. Konuyu yine geçen hafta kendi deneyimimle bir kez daha test ettim. Bundan üç yıl önce Doğan Kitap’tan çıkan ikinci romanım ‘Prens Prensesi Sevmedi’, bir buçuk ay önce ‘Siyah Beyaz Aşk’ dizisinde iki sahnede gösterildi. Doktor Aslı’nın zaten okumakta olduğu, polis abisinin de doğum günü hediyesi olarak ona hediye ettiği kitap olarak. Romanın son satış rakamları gelince gözlerime inanamadım çünkü bir buçuk ay içinde neredeyse bir baskıya yakın artmıştı satışı. Bir kitap
Bazen insanları, hikâyelerini bilmeden değerlen- dirdiğimizi, çoğu zaman da bu yüzden haksızlık yaptığımızı düşünürüm. Ne yaşamış, nasıl bir çocukluk geçirmiş, annesi ve babası tarafından sevilmiş mi, hangi hayalleri kırılmış, geçtiği yollar, ayağına takılan çelmeler, sevinçler sonra, mutluluklar aşklar, geçirdiği hastalıklar, kaldığı ikilemler... Her birine ait paragraflar onu anlamamıza yardım eder. O hikâyeye ait iki cümle koca bir öfkeyi yok edebilir. Hiç hazzetmediğimiz birine şefkat duymamızı sağlayabilir. Bundandır ki insan hikâyelerini önemserim, severim çok, otobiyografileri, biyografileri, biyografik romanları... Birkaç ay önce Destek Yayınları’ndan çıkan ve ancak bu hafta okuyabildiğim Hüseyin Cengiz imzalı ‘Yalnızlığın Başkenti / Bir Cemal Süreya Romanı’nı da sevdim. Hem Süreya ile ilgili bilgilerimi tazeledim, hem insan hayatı üzerine bir kez daha düşünme fırsatım oldu.
Erzincan’ın Pülümür ilçesinde doğan Cemalettin Seber’in, 6 yaşındayken, Dersim İsyanı’nın ardından ailesiyle birlikte Bilecik’e sürülmesi... 7’sinde annesini kaybetmesi. Hayatına giren neredeyse tüm kadınlarda sürdürdüğü anne arayışı... Onlarla çarçabuk evlenip bir yuva kurma isteği... Kadın anneye
6 Aralık, Zeki Müren’in doğum günüydü. Derya Bengi, Müren’in doğduğu yılla ilgili şu saptamayı yapar: “1921’de doğsa belki halis bir sanat musikisi icracısı, 1941’de doğsa belki memleketin ilk rock starı olacaktı. Doğrusu, 1931’de doğarak bunların ikisi birden olmayı becerdi.” Ve ne güzel ki 86 yaşını onsuz da olsa kutladığımız bugünlerde o hâlâ bu birlikteliği taşıyor üzerinde. Hem de öyle belli bir yaşın üstüne hitap ederek filan değil... 2017’nin gençliğini de yakalamış durumda. Zira Spotify, Zeki Müren’in doğum gününde, onu anmak için verilerini inceledi. Çıkan sonuç gerçekten çok ilginç: Müren’in dinleyici kitlesi ağırlıklı olarak gençlerden oluşuyor. Spotify verilerine göre dinleyicilerin yüzde 31’i 18-22 yaş aralığında. Yüzde 23’le onları 23-27 yaş izliyor. Yüzde 18’lik grup 28-34 arasında. Yüzde 8’lik dilimi ise 45-59 yaşındakiler oluşturuyor. Bu arada Zeki Müren’i yüzde 65 çoğunlukla erkeklerin dinlediği saptanmış. En çok dinlenen şarkısı hangisi peki? Bu da ilginç: ‘Gitme Sana Muhtacım’... Yani memlekette genç kuşak erkekler, abilerinin, amcalarının aksine, erkekliklerine halel gelir korkusu duymadan, sevgiliye “Gitme sana muhtacım, gözümde nursun, başımda tacım, sana
Karlı kış günleri... Cebimde harçlıklarımdan biriktirdiğim üç beş kuruş, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Tepebaşı’ndaki kitap fuarına geldiğimde, ellerim buz kesmiş ama bir heyecan bir heyecan... Sevdiğim yazarları göreceğim, kitaplarını imzalatacağım, birazı peşin parayla, annemle babamdan gizlediğim senetler imzalayarak bir sürü kitap alacağım... Nasıl güzel günlerdi onlar... Ben o giyinip süslenip ‘Beyoğlu’na çıkan’ kuşağa yetişemedim ama kalbi küt küt atarak kitap fuarının yolunu tutan şanslı insanlardan biri oldum. Sonra bir sanat dergisinde kitap tanıtımları yazarak başladığım gazetecilik dönemi... İleride Milliyet Sanat’a uzanacak... Bu kez haberlerini yaptım fuarın... Sonra o, Beylikdüzü’ne taşındı. Büyüdü, uluslararası boyut kazandı. Gelişimini mutlulukla izledim. Frankfurt’tan Galler’e çok sayıda kitap fuarı gördüm... Gezdim, yazdım... Ama hiçbiri o Tepebaşı’ndaki fuarın özlemini gidermedi.
Bu yılın sonuna doğru Demirören Holding İş Geliştirme Yöneticisi Ali Köseoğlu ile Demirören İstiklal’deki etkinlik ve fuar alanı Social İstanbul için sanat ve edebiyat projeleri üzerine yaptığımız bir toplantıda bu özlemimden bahsettim. Meğer Ali Bey de aynı özlemi paylaşanlardanmış.
Kırkları bir bir devirmiş, ellinin sularında gezinen, o eşiği de bir iki basamak aşmış çok sayıda kadın var çevremde. Uzun yıllardır evli olup ilk günkü kadar âşık özel bir azınlık, evliliği sırtında yük gibi taşıyan ama verdiği güvenden vazgeçemeyen mutsuz çoğunluk, boşanmış ya da hiç evlenmemiş bir diğer grup… Son topluluğun ortak meselesi yeniden ‘âşık olabilmek’. Sözünü ettiğim yaşlarda çıtası ister istemez yükselmiş oluyor kadının. Aşka yüklediği anlamlar gençliktekinden daha fazla nitelik bekliyor. Bir arayıştır sürüyor. Yol kazaları kaçınılmaz elbette… Öyle adamlarla karşılaşıyorlar ki, aşka inançlarını yitirecek hale geliyorlar. Bir erkeği değiştirme fantezisinden çoktan vazgeçtiklerinden, onu olduğu gibi kabul edip devam ediyorlar. Ama o kabul hali her zaman mutluluğu da beraberinde getirmiyor. Dayanabildikleri kadar dayanıp havlu atıyorlar bir vakit. Sonra bir yara bandıyla kapatıp üstünü, bir diğerine yöneliyorlar. Savrulma ve ipe boncuk gibi dizilen hayal kırıklıkları… “En büyük aşkı 50 yaşımda yaşadım” diyen Duygu Asena gibi şanslılar da çıkıyor içlerinden ama bu grubun da çoğunluğu mutsuz. Tıpkı geçen hafta gösterime giren Claire Denis’nin Christine Angot ile
Kış sallana salana gele- dursun, İstanbul’da tiyatro mevsimi başladı bile... En önemli etkinlik de bu yıldan itibaren İKSV tarafından her yıl düzenlenecek olan 21. İstanbul Tiyatro Festivali. Festivalin açılışı, Pürtelaş Tiyatro’nun sahneye koyduğu Çehov’un ‘Martı’sı oldu. ‘Martı’yı, Sami Özbudak çevirisi ve yönetmen Serdar Biliş’in modern yorumuyla izledik. Bir zamanların Nina’sı Tilbe Saran, bu kez Arkadia rolünde yine şiir gibiydi. Ecem Uzun, Fırat Tanış, Boran Kuzum ve Gonca Vuslateri başta olmak üzere, Serdar Orçin, Sevil Akı, Şerif Erol, Yasin Bardakçı ve Cem Cücenoğlu’dan oluşan Pürtelaş Tiyatro, göz alan performanslarıyla ‘Martı’yı İstanbul semalarına uçurdular. Hedeflerinden biri de ‘klasik repertuvarı günümüz gerçeklerine ışık tutacak radikal bir şekilde yeniden canlandırmak’ olan kolektif, bunun hakkın fazlasıyla verdi.
Bugüne kadar görmediğimiz bir Çehov yorumu söz konusu. Absürt komedi olarak karşımıza çıkan ‘Martı’, tiyatro aşkı ekseninde bol bol gülümsetiyor izleyiciyi. Ama içten içe de üzüyor. Tiyatro yapmak isteyen genç insanların tutkusunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Neşelerini, hayallerini, hayal kırıklıklarını... Görmek, görülmek isteklerini... Kuşak
Sabahattin Ali’nin en güzel şiiri, kızı Filiz Ali... Kadife dokusunda bir Türkçeyle yazılmış. Dizelerinden biraz piyano, biraz su sesi yükselen. Serbest vezin. Modernist tavır. Lirik. Ağırlaştırmayan bir hüzün. İncelikli bir mizah. Çok katmanlılık. Kendi olmak. Kadın olmak. Ve aslında, piyanist, müzikolog, müzik eleştirmeni ve yazar Filiz Ali, Türkiye’nin de en güzel şiirlerinden biri. Ali’nin anıları geçtiğimiz günlerde ‘Yok Bi’şey, Acımadı ki...’ adıyla Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.
Anne babasıyla başlıyor anlatmaya anılarını Filiz Ali... Evliliklerini, birlikte geçirdikleri güzel, huzurlu yılları yazıyor. 11 yaşında babası öldürüldükten sonra değişen hayatlarını. Birdenbire yok olan akrabalar. Maddi sıkıntı içinde bir anne ve kızı... Necil Kazım Akses’in yönlendirmesiyle Ankara Devlet Konservatuvarı piyano bölümüne parasız yatılı olarak başlaması... Polis takibinde geçen genç kızlığı... Fulbright bursuyla gittiği Amerika’da New England Conservatory ve Mannes College of Music’te aldığı eğitim... Ankara’ya dönüş. Hukuk mezunu Macar Laslo ile evliliği. İstanbul yılları, İstanbul Belediyesi Şehir Operası’na sözleşmeli korrepetitör olarak çıkan tayini... İki yıl arayla doğan