Lady Diana, benim çocukluğumun prensesiydi. 10 yaşıma girdiğim gün, ilk kez televizyonda gördüm kendisini. O muhteşem gelinliğiyle St. Paul Katedrali’ndeki masal düğünü sırasında. Ben büyüdükçe prensesin hikâyesi farklı yönlere evrildi. Kensington Sarayı’nın bahçesinde o buz gibi kraliyet ailesine rağmen walkman takıp dolaşan asi bir genç kadın oldu. William ve Harry’nin doğumuyla anne olarak karşımıza çıktı. Kocası başka birine aşık mutsuz bir kadını izlemeye başladık sonra. Derken, 14 yılın ardından evliliğinden umudu kesip kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan olgun bir kadına dönüştü. Tam aşkı, mutluluğu yakalamış, yeni bir sürece girmişken de… Gidiverdi apansız.
Perşembe akşamı NTV’de Diana’nın ölümünün 20. yıldönümü nedeniyle hazırlanan bir belgesel izledim: “Prenses Diana’nın Gizli Dünyası”. Yazan ve yöneten Kevin Sim. Belgeselin ana eksenini Diana’nın 1992’de hitabet eğitmeni Peter Settelen’dan aldığı derslerin videoları oluşturuyor. Diana’yı yakından tanıyanlar, dans eğitmeni Anne Allan, arkadaşı Doktor James Culthurst, koruması Ken Wharfe ve resmi işlerini yürüten Patrick Jephson’la yapılmış röportajlarla zenginleşen bir saatlik bir belgesel bu.
Hitabet hocasıyla
İnce sızılar, derin kâğıt kesikleri, iç sıkıntısı, devasa sevinçler, tıkanıp kalmalar, sular seller gibi akmalar sonra...
Bütün bunların eşlik ettiği zorlu bir dönemdir yaratım süreci. Ressamından yönetmenine sanatın hemen her alanındaki büyük isimlerin yaratım süreçlerini dinleme şansı yakaladım. Daha sonra yazdığım iki roman sırasında bunu deneyimleme imkânı da buldum.
Yaratım süreci bir insanın yaşayabileceği en güzel karın ağrısı bana göre. Bu sürecin en netameli kısmı da ortaya çıkardığınız eserin bittiğine karar vermek. Zaten bitirmek beraberinde bir tür ayrılık anksiyetesi de getirdiğinden, yarattığınız şeyden kopmak zor. Ama onun ete kemiğe büründüğünü görmek için de ayrılmak gerekiyor. Velhasıl karışık bir konu...
Geçtiğimiz hafta bu karmaşayı anlatan nefis bir film girdi vizyona. Stanley Tucci’nin senaryosunu yazıp yönettiği ‘Final Portrait’. Film, 20. yüzyılın mükemmelliği arayan İsviçreli ressam ve heykeltıraşı Giacometti’nin yaratım sürecine odaklanıyor. Geoffrey Rush’ın rüya gibi bir oyunculukla canlandırdığı ressamın, ağırlıklı olarak, atölyesinde geçen filmde 1964 yılının Paris’ine uzanıyoruz. Giacometti ABD’li yazar dostu James Lord’un portresini yapmak istiyor. Kim
Ahmet Mithat Efendi ceviz düşkünüymüş. Masasından eksik etmezmiş. Yazarın iki eşi varmış. Haftada bir kez damatları ve oğullarıyla birlikte oturduğu rakı sofrasının başköşesinde de yine ceviz dururmuş. Eşleri taze ceviz mevsiminde cevizleri meze olarak hazır ederlermiş. O kadar mutlu olurmuş ki Ahmet Mithat Efendi, büyükçe bir elma alır, kabuklarını bizzat kendi elleriyle soyar, ikiye bölüp iki eşine sunarmış.
Atatürk’ün hepimizin bildiği, sevdiği arkadaşlarıyla bilim dünyasından insanlarla birlikte oturduğu, akademik tartışmaların geçtiği, dil ve tarih konularının ağırlıkta olduğu o meşhur Atatürk Sofrası... Atatürk, misafirleri dağılana kadar yemeklere elini sürmez, herkes gittikten sonra mütevazı bir yemekle, misal kuru fasulye pilavla geceyi bitirirmiş. Önündeki kâsede sohbet boyunca tek bir çerez varmış; beyaz leblebi olarak bildiğimiz sakız leblebisi... Bir yudum rakı, bir leblebi eşliğinde dinlermiş konuklarını, sorular sorar, notlar alır, tartışmaları izlermiş.
Atatürk’ten açılmışken... En sevdiği türkülerden biri de “Sarı kurdelem sarı”. Müzeyyen Hanım’ın o su gibi akan, insanın içini yıkayıp paklayan sesi ve tarifsiz icrasıyla hafızalarımıza kazanan bu türküdeki esmer
Jung, 40 yaş için ‘hayatın öğle vakti’ dermiş. İki hafta öncesine kadar, hayatımın öğleden sonrasında kendi halimde yaşayıp gidiyordum. Hava hep pırıl pırıl değildi tabii. Kar da yağıyordu kimi zaman, dolu da. Ama işte sağlıklıydım. Sevdiklerim yanımdaydı. Ölüm uzaktaydı. Bir çarşamba günü geldi haber. Teyzemi kaybettim. O da olsa olsa hayatının akşamüstü saatlerindeydi. 57 yaşındaydı. Hastalığının teşhisiyle ölümü arası yedi ay sürdü. 33 kilo verdi, çok mücadele etti, hep iyileşeceğine inandı. Hatta Milliyet Pazar’da yaptığımız kanserden kurtulduktan sonra nikâh tazeleyen Tülay Kırık’ın haberiyle çok umutlandı. O da öyle yapacaktı. Gelin dergilerinden gelinlikler seçtik birlikte. Olmadı. Teninde yeni doğmuş bebek kokusuyla gitti.
Ölüm çok yakınıma gelmedikçe, bir kavram gibi duruyor galiba. Kabul ettiğim -öyle olduğunu sandığım- ama düşüncesini ötelediğim bir gerçek. Sürekli ölümü düşünerek yaşamak da mümkün değil zaten. Ama çok canımdan birinin evine girince, benimkine de sızıyor. Korkuyu taklit eden kaygılar başlıyor. Ya anneme bir şey olursa, babama, kardeşlerime... Bana? Çektiğim acıyla birlikte o ‘kavram’ ete kemiğe bürünüyor, gölge gibi önüme düşüyor. Ölümlü oluşumuza dair,
Ne zaman canım çok yansa, kalp ya da beden ağrısından mütevellit, hep Frida Kahlo’yu düşündüm. Onu tanıdığım 20’li yaşlarımdan bugüne. Değil mi ki 18’inde bindiği otobüs bir trenle çarpışınca demir bir çubuk kalça kemiğinden girip leğen kemiğinden çıkmıştı... Değil mi ki 32 kez ameliyat geçirmiş, aylarca bütün vücudu alçıya alınmış, sonra çelik korselerle yaşamak zorunda kalmıştı. Ve değil mi ki yatağa bağlı kaldığı o yıllarda, annesinin tavana yerleştirttiği aynadaki suretine bakarak otoportrelerini yapmıştı. Benim canımın acısının bir hükmü var mıydı ki? Bütün hayatı fiziksel ve ruhsal acılarla geçmiş bir kadın, hem Meksika’nın en önemli ressamı olmuş hem ülkesi için mücadelede etmişti. Frida’dan vazgeçmemeyi öğrendim. Acıya yenik düşmemeyi. O nasıl fırçasına sarıldıysa ben de kalemime tutundum sımsıkı. Yazarak meydan okudum. Ölüm acılarım oldu, hastalandığım zamanlar, yakınlarımın hastalıkları, terk edilmelerim, aldatılmalarım. Herkes gibi... Ama işte hiç vazgeçmedim. Kalemime biraz daha tutundum. Frida’yı aklımdan çıkarmadım. “Kadınlar fark ettiklerinden çok daha güçlüdür” diyordu, ona inandım. Yanılmadım.
Geçtiğimiz 7 Temmuz’da 110 yaşına girdi Frida Kahlo. Hâlâ birçok kadına
İşten çıkmış, çoğu epey yorulmuş, belli kiminin canı sıkkın, ama hemen hepsi heyecan içinde yüzlerce insan akın ediyor Açıkhava’ya. Geçtiğimiz çarşamba akşamı… Tatlı bir rüzgâr esiyor. Gökyüzünde yıldızlar. Tanıdık bir konser öncesi telaşı. Görevliler dört dönüyor alanda. 21.30’a doğru her şey tamam, herkes yerine oturmuş halde. Sabırsız alkışlar başlıyor. Ve sahnenin ön tarafındaki bölmenin kapağı açılıp Tarkan yerden yukarı doğru yükseliyor. İlk dans figürleriyle birlikte çığlıklar kaplıyor Açıkhava semalarını. İçinde sevinç var, özlem var, çok sevdiğin birini karşında görmenin mutluluğu var. Üç hafta önce çıkan, tüm şarkıları hayranlar tarafından ezber edilmiş yeni albümü ‘10’un ilk şarkısı ‘Yolla’ ile başlıyor konserine Tarkan. “Acıları bana yolla” diyor, “Vur ya, lafı mı olur” diyor, “Bendeki de can” diye sitem ediyor. Her bir sözü, yüzünde aynı anlama gelen cümleler kuruyor. Bir yandan da dans ediyor. Dansına kendinden geçmiş çığlıklarla karşılık veriyor hayranları. Attığı her adım, elini kaldırışı, duruşu, mikrofonunu düzeltişi, dev ekranlara yansıyan gözlerindeki ışıltı hepsi doğal; her birinde mutlu ve ‘iyi’ insanlara özgü bir enerji var. Ki bu anında dinleyiciyle
Gülüşü bahar mevsimli kadınlardandı Ingrid Bergman. Gözlerinde ise kasıp kavuran tutkulu yazlar. Mahçup bir genç kızla, özgür bir kadın kol kola gezerdi yüzünde. Anthony Hopkins onu bir kere görüp de âşık olmayacak erkek tanımadığını söyler. Zira sinemanın gelmiş geçmiş en önemli ve en güzel kadın oyuncularındandı.
Bergman, 1915’te Stockholm’de doğdu. O kadar utangaçtı ki, bundan kurtulmak için sürekli hayali karakterler yaratıyor, onları oynayarak başka biri oluyordu. Bu oyunlar onu sinemaya taşıdı. İlk filmlerini İsveç’te yaptı. İlk aşkını İsveç’te tanıdı. Petter Lindström. 1937’de evlendiler. Pia adını verdikleri bir kızları oldu. İki yıl sonra film yapımcısı David O. Selznick’ten gelen teklifle Hollywood’a gitti. Bir süre sonra eşi ve kızı İsveç’ten New York’a taşındı. Bergman Hollywood’da film çekmediği zamanlarda ailesini ziyaret etti.
Kendi deyişiyle içinde bir göçmen kuş vardı ve hep havalanmak, gitmek istiyordu. Yeni yerlere, yeni aşklara, yeni filmlere. Kökleri olsun istemiyordu. Derken Roberto Rossellini sinemasını keşfetti. Filmlerine bayılıyordu. Ona bir mektup yazıp kendisiyle çalışmak istediğini söyledi. Bir araya geldiler. İçindeki göçmen kuşlar yine havalandı. Deli
Geçtiğimiz hafta, İnci Aral’ın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan, Yılmaz Güney’i anlattığı yeni romanı ‘Sevgili’, Fatoş Güney’in, Aral’a yaptığı ‘intihal’ suçlamasıyla gündeme geldi. Aral, Güney’e “Bana özel belgeler vermiş olduğu ve benim bunları Fatoş Güney’e iade etmeyip el koyduğum iddiası tümüyle gerçek dışı, açıkça yalandır” diye karşılık verdi. Davalar açıldı. Sonucu hep birlikte göreceğiz.
Süreç devam ederken Aral’ın ‘Sevgili’ adlı romanını okudum. Romanın arkasında da belirtildiği gibi gerçek kişilere ve edebi kurguya dayalı bir kitap… Romandaki tüm isimler değiştirilmiş, Yılmaz Güney için Yavuz Günay ismi, Fatoş Güney için de Nilüfer tercih edilmiş. Ama evet bir Yılmaz Güney-Fatoş Güney romanı ‘Sevgili’.
Yıl 1969. Daha 17’sinde Nilüfer. Henüz kolejin son sınıfında. Sanayici bir babanın, saygın bir ailenin tek kızı… Kaderi çoktan çizilmiş, yurt dışında eğitimine devam edecek sonra kendi sınıfından biriyle evlenip yuvasını kuracak. Çok da gönüllü değil Nilüfer. Kafası karışık. İşte tam o günlerde karşısına çıkıyor kendisinden 15 yaş büyük Yavuz Günay. Sinemada adı duyulmuş, filmleri çok iş yapan, halkın çok sevdiği bir sanatçı. Yavuz’un ısrarlarıyla görüşmeye başlıyorlar.