Üç erkek

9 Nisan 2017

Taksici Nuri, medya CEO’su Faruk ve emekli Bahtiyar. Üçü de evli, üçü de mutsuz. Üçü de mutsuzluklarını başka kadınlar üzerinden telafi etmenin peşinde. Evlilikler bir kenarda duruyor. Evliliğimi kurtarayım yahut boşanayım, yeni bir hayat kurayım zahmetlerine girmiyorlar. Nuri, karısını evli bir kadınla aldatıyor. Bahtiyar, bir sevgilisi olduğu ortaya çıkınca oğlu tarafından evden kovulup annesinin yanına sığınıyor. Faruk’un hayatındaki kadınların sayısını kestirmekse mümkün değil. Bu üç erkeğin hayatları bir şekilde kesişirse ne olur? Sorunun yanıtı Psikiyatr Fatih Altınöz’ün Çınar Yayınları’ndan çıkan kitabı ‘İktidarsızlar’da.

Hikâyeyi Bahtiyar anlatıyor. İhtimal, can sıkıntısından kurguladığı karakterleri Nuri ve Faruk üzerinden. Faruk günün birinde Nuri’nin taksisine binip kendisini köprüye götürmesini istiyor. Tam intihar etmek için taksiden inecekken Nuri engel oluyor. Köprüden çıkıp arabayı bir otoyol kenarına çekiyor. Oradaki yamacın ortasında oturup sohbete koyuluyorlar. Ve biz Faruk’u intihar fikrine götüren süreci dinlemeye başlıyoruz.

Ülkenin yakından tanıdığı üst düzey bir medya mensubu Faruk başarının her türünü tatmış, en iyi yerlerde yaşamış, gurmelerle,

Yazının Devamı

Yeni bir hayat mümkün mü?

2 Nisan 2017

Bütün hayatı boyunca toplumsal kurallara uygun yaşamış, sadık bir eş, iyi bir baba ve saygın bir memurdur Friedrich Klein. Günün birinde hayali bir felaketin içinde bulur kendini. Cinayet işlemiş, karısını ve üç çocuğunu öldürmüşçesine... Sahte bir pasaport ve zimmetine geçirdiği parayla... Üzerindeki tüm baskıları, yaşadığı acıyı geride bırakmak, yeni bir hayat kurmak ister. Hermann Hesse’nin YKY’den çıkan ‘Klein ve Wagner’ adlı psikolojik anlatısını kısaca böyle özetlemek mümkün.

Hesse, bu kitabı yazdığı dönemlerde psikolojik sorunları nedeniyle Carl Gustav Jung’a başvurur. O dönem edindiği bilinçaltına ilişkin bilgileri, edebiyat süzgecinden geçirerek bu anlatısında kullanır. ‘Klein ve Wagner’ her şeyden önce bir hesaplaşma metni. İnsanın kendisiyle hesaplaşmasının bütün zorluklarını, kullandığı teknik sayesinde derinlemesine anlatıyor. Yüzümüze geçmişi de yansıtan bir ayna tutup, gördüğümüz görüntüleri yorumlamak kolay iş değil. Pişmanlıklar, suçluluk duygusu, verilen kayıpların acısı, yaşamadan ölme kaygısı... Cılız da olsa ‘başka bir hayat mümkün’ umudu var Klein’ın. O umuda sarılarak göğüslüyor yüzleşmenin güçlüğünü. Hesse bu süreci öyle ustalıklı bir kurguyla ve öyle

Yazının Devamı

Erdal Öz’ü özleyenlere...

19 Mart 2017

Roman yazmaya hevesli genç bir edebiyat gazetecisi olduğum yıllarda tanıştım Erdal Öz’le. Ne zaman bir araya gelsek dürterdi beni “Kızım yaz getir şu romanı, bak ölüp gideceğim, okuyamayacağım”. Okuyamadı. İlk romanımı ancak onun ölümünden sonra yazabildim. İçimde geçmeyen bir sızıdır. Yazar - yayıncı ilişkimiz olamadı ama bir gazeteci olarak çok destekledi beni Erdal Öz. Hazırladığım her edebiyat dosyasında ilk aradığım isimdi. Onunla konuşmak, görüşlerini almak yaptığım işi derinleştirirdi. Deniz deryaydı Erdal Öz. Zihninin uçsuz bucaksızlığını bütün cömertliğiyle açardı sohbetlerinde. Öğrenirdim, edebiyatı biraz daha severdim. Ve elbette en sevdiğim yazarlarımdan biriydi. Kitapları başucumu zenginleştirdi yıllarca. O gittikten sonra her okuru gibi ben de eksildim.

Bu eksilmeyi giderecek yeni bir kitap çıktı bu hafta Can Yayınları’ndan: “Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen!”. Kısa bir aşk romanı bu. Bir kadına ve edebiyata duyulan aşkın romanı. Kitap, Erdal Öz’ün İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tanıştığı şair Türkan İldeniz’e yazdığı mektuplardan oluşuyor. Öncelikle bir dostluk ilişkisi aralarındaki. Henüz yirmili yaşlarının başında iki genç aydın. Birbirlerine edebiyattan bir köprü

Yazının Devamı

Görünür olmak

12 Mart 2017

Mercan, bütün hayatı boyunca, her insan gibi bir parça görünür olmayı dilemiş bir kadın. Samatya’da penceresinden sadece insanların ayaklarının görülebildiği bir bodrum katında oturuyor. Birkaç tane apartmanın merdivenlerini silerek geçimini sağlıyor. Bu apartmanların sakinleri tarafından görülmek şöyle dursun, apartmanı silecek suyu istemek için kapılarını çaldığında bile rahatsız oluyorlar. Hayırsız bir kocası var. Onun da Mercan’ı gördüğü filan yok. İş, güç hak getire... Sabahtan akşama kadar evde yatıyor, ot içiyor. Derken bir gün bir kavga sonrası evi terk etmekle tehdit ediyor Mercan’ı. O da “Gidersen git” diyor. Canına tak etmiş artık. Gidiyor adam. Nasılsa geri döner diye başlangıçta çok da oralı olmuyor Mercan. Ama haftalar geçiyor aradan, ne gelen ne giden... Kocası ve çocuğuyla var olmuş, başka bir var olma biçimi bilmeyen her kadın gibi korkunç bir yalnızlığın içine düşüyor Mercan. Üstelik onun çocuğu da yok. Hepi topu, varlığıyla yokluğu bir koca. Ama değil mi ki “Sinek kadar kocam olsun başımda bulunsun”...

Mercan’ın bu süreçte tek can yoldaşı televizyonu. Evin dipsiz sessizliğini bölen, oyalayan, eğlendiren, öğreten, dikkat dağıtan. Ona bir şey olacak diye ödü

Yazının Devamı

Anlamak, anlaşılmak...

5 Mart 2017

Geçen hafta yaptığı yanlışlıkla gündeme oturan Oscar’daki en doğru kararlardan biri de ‘Manchester by the Sea’ adlı filmdeki Lee karakteri ile En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün Casey Affleck’e verilmesiydi.

Filmde Lee, Boston’da tesisatçılık yapan, iki apartmanda birden çöpleri çıkaran, daireleri boyayan, elektrik işleriyle uğraşan mutsuz, depresif bir adam. Günlerden bir gün doğup büyüdüğü kasaba olan Manchester by the Sea’deki aile dostundan abisinin kalp krizi geçirdiğini öğreniyor. Apar topar hastaneye gittiğinde ise öldüğünü görüyor. Daha bunun şokunu atlatamamışken, abisinin oğlu Patrick’in vesayetini kendisine verdiği haberini alıyor avukattan. Bu, Boston’daki hayatını bırakıp Manchester by the Sea’ye taşınması demek. Burada yaşadığı trajik olayla yeniden yüzleşmesi, yarım yamalak sardığı yaraların yeniden kanaması... Zaten derin bir suçluluk duygusu içinde. Patrick ise yaşadığı yeri, okulunu, arkadaşlarını bırakıp başka bir yere taşınmaya karşı çıkıyor. Lee, koca bir çıkmazın içinde buluyor kendini.

Kolay olmamış hayatı Lee’nin. Orta karar bir evlilik, üç çocuk. Alkolizm gibi bir sorun. Arkadaşlarına evinde verdiği partide, bira, ot, kokain ne varsa aldıktan sonra, karısının

Yazının Devamı

Kadın isterse...

26 Şubat 2017

Üç kadın matematikçi... Mary Jackson, Dorothy Vaughan, Katherine Goble... ‘60’lar Amerika’sında siyah, kadın ve zeki olmanın ağırlığı omuzlarında. Üçü de NASA’da görevli. Roketleri uzaya göndermek için hesap yapıyorlar. İşlerinde başarılılar. Ayrıca tutkuyla çalışıyorlar. Akıllı, güzel ve neşeliler. Siyahlara uygulanan ırkçılığın etkisindeler yazık ki... Beyazlarla aynı bölümlerde bulunamıyorlar. Tuvaletleri bile farklı. Öte yandan, kadın olmaları da başka bir sorun. Yeterince ciddiye alınmalarının önündeki bir diğer büyük engel. Tüm bu ayrımcılığın içinde Sovyetler Birliği’yle süren uzay yarışında NASA’ya bilgileri ve donanımlarıyla yardım etme gayretindeler. Zira yıl 1961 ve Sovyetler Yuri Gagarin’i uzaya göndermiş. NASA kara kara düşünüyor. Amerika da sırasını savmalı.

Çalışmalar hızla sürerken, bir gün Uzay Araştırmaları Birimi’ne analitik geometriden anlayan biri gerekiyor. Beyazlar arasında bulunamayınca aranan kişi, konunun uzmanı Katherine’e razı geliyorlar. Bu birim için bir ilk. Hem siyah hem kadın. Herkes, uzaya astronot yollayacakken, uzaydan bir astronot aralarına katılmış gibi bakıyor. Şaşkınlıkla, mesafeyle ve elbette hoşnutsuzlukla. İşini zorlaştırmak için ne

Yazının Devamı

Bir kadının varoluş mücadelesi

19 Şubat 2017

1920’ler Paris’inde genç bir kız. Adı Lucia Joyce. Dünya edebiyatının dâhilerinden James Joyce’un kızı. Ailece, babasının hamilerinden aldıkları parayla kirasını ödedikleri bir evde oturuyor, yine o paralarla oldukça rahat bir yaşam sürüyorlar. Lucia’nın en büyük tutkusu dans. Sadece tutku değil, bir varoluş şekli. Dansla mutlu oluyor, dansla nefes alıyor, kendini dansla tanımlıyor. Üstelik oldukça da yetenekli. Gazetelerin sanat sayfalarındaki kritiklerde onu göklere çıkarıyor eleştirmenler. İlham perisi olduğu babasının buna bir itirazı yok ama ama annesi Nora Joyce şiddetle karşı çıkıyor dans etmesine. Hatta bunu bir tür düşüklük olarak ifade ediyor. Annesine rağmen her gün saatlerce dans ediyor Lucia. Bunun dışında ev işlerinde annesine yardım ediyor. Babasının sekretaryasını yürütüyor. Akşamları da onlarla Paris’in restoranlarındaki sıkıcı yemeklere katılıyor.

James Joyce’un görme problemi olduğu için, şehrin entelektüelleri zaman zaman ona yardım ediyorlar. Yazılarını temize çekiyorlar, kitap okuyorlar. Bunlardan biri de Samuel Beckett. Lucia ilk görüşte âşık oluyor Beckett’e. Dansın yanına bir de Beckett ekleniyor, onu hayata bağlayanlar listesinde. Kısa sohbetleri, uzun

Yazının Devamı

Şefkat ve kitap

12 Şubat 2017

Adı Mehmet İsmail Sezen. 71 yaşında. Banka emeklisi. Çanakkale Rehabilitasyon ve Yaşlı Bakım Merkezi’nde yaşıyor. Bundan üç dört ay kadar önce bir mektup geldi kendisinden Milliyet’e. Merkeze bir kütüphane açmak istediğini, kitap yardımı yapıp yapamayacağımızı soruyordu, son derece incelikli bir üslupla. Önce telefonla konuştuk. Hayalindeki kütüphaneyi anlattı. Kitapların orada yaşayan yaşlılar için ne kadar önemli olduğunu... Bazen zaman geçirmek için, bazen de yataktan kalkamayan hastaları okuyarak mutlu etmek için. 100 kadar yaşlının dünyasına kahramanlar, karakterler katmak, onlarla dostluk kurmalarını sağlamak... Birbirlerine hikâyeler anlatarak zenginleşmelerine vesile olmak... Dışarıda gümbür gümbür çarpan bir kalp gibi sürerken hayat, içeriye onun bir bölümünü taşımak, o hikâyeler yardımıyla.

Kitapları gönderdikten sonra, çeşitli vesilelerle konuştuk Mehmet Bey’le. Hatta bana kütüphanenin kuruluş aşamalarının fotoğraflarını WhatsApp mesajlarıyla iletti. Merkeze geldiğinde kendi kitapları dışında okuyacak kitap bulamadığını, bunun sıkıntısını çektiğini söyledi. Bir kütüphane kurmaya karar verdikten sonra yönetimle konuşmuş. Onlardan olur aldıktan sonra sıvamış kolları. Ne

Yazının Devamı