Adı Mehmet İsmail Sezen. 71 yaşında. Banka emeklisi. Çanakkale Rehabilitasyon ve Yaşlı Bakım Merkezi’nde yaşıyor. Bundan üç dört ay kadar önce bir mektup geldi kendisinden Milliyet’e. Merkeze bir kütüphane açmak istediğini, kitap yardımı yapıp yapamayacağımızı soruyordu, son derece incelikli bir üslupla. Önce telefonla konuştuk. Hayalindeki kütüphaneyi anlattı. Kitapların orada yaşayan yaşlılar için ne kadar önemli olduğunu... Bazen zaman geçirmek için, bazen de yataktan kalkamayan hastaları okuyarak mutlu etmek için. 100 kadar yaşlının dünyasına kahramanlar, karakterler katmak, onlarla dostluk kurmalarını sağlamak... Birbirlerine hikâyeler anlatarak zenginleşmelerine vesile olmak... Dışarıda gümbür gümbür çarpan bir kalp gibi sürerken hayat, içeriye onun bir bölümünü taşımak, o hikâyeler yardımıyla.
Kitapları gönderdikten sonra, çeşitli vesilelerle konuştuk Mehmet Bey’le. Hatta bana kütüphanenin kuruluş aşamalarının fotoğraflarını WhatsApp mesajlarıyla iletti. Merkeze geldiğinde kendi kitapları dışında okuyacak kitap bulamadığını, bunun sıkıntısını çektiğini söyledi. Bir kütüphane kurmaya karar verdikten sonra yönetimle konuşmuş. Onlardan olur aldıktan sonra sıvamış kolları. Ne
2005 yılında Milliyet’in kitap ekini hazırlamaya başladığımız günden bu yana birlikte çalışıyoruz Selçuk Demirel’le. Milliyet Kitap için aralıksız olarak onlarca kapak deseni çizdi. Her biri Türk ve dünya edebiyatının usta yazarlarından oluşan. Zarif ve zekâ dolu çizgisiyle bazen kelimelerin anlatabileceğinden çok daha fazlasını anlattı. Bu hafta, Milliyet Kitap eki için çizdiği portrelerin de içinde olduğu yeni kitabı çıktı Demirel’in Yapı Kredi Yayınları’ndan: ‘Yazarların Yüzünden’. Kitapta tam 73 edebiyatçının çizgi-portreleri var. Her bir portrenin yanında da çizdiği yazarın kitaplarından seçilmiş alıntılar.
Kitap, Adalet Ağaoğlu’nun portresiyle başlıyor. Demirel, yazarın yüzünü kitap kapaklarına bölmüş. Kapaklardan bir sokak inşa etmiş. Sokaklarda okurlar dolaşıyor. Biz o sokaklarda öğrendik hayatı biraz da. Demirel bunu biliyor. Yan sayfada da Ağaoğlu’nun ‘Fikrimin İnce Gülü’nden bir bölüm.
Bir başka sayfada Metin Altıok çıkıyor karşımıza: “Ve ben derim ki / Geçip gider zaman / Geri alınmaz bazı şeyler / Ömrüm ömrüm / Ve yanan mum biter / Soğur cehennem bile”. Dizelerin karşısında ateşin tüm renkleriyle çizilmiş biri. Fonda Altıok dizeleri. Elinde kalemi. Kalbinin ortasına bir
Bir valiz dolusu Sezen Aksu şarkısı: ‘Biraz Pop, Biraz Sezen’. Yola çıktık yine. Kendi hayatlarımıza... İnsanın kendi hayatında gezinmesi bazı yaraların kabuklarını kaldırmak demek. Yası tutulmuş eski bir aşka iç geçirmek demek misal. Yenisinin kurdelesini kesmek demek. Kalbinin derinlerine bir geçmiş zaman kovası salmak demek. İpi elini kesen. Bir ağlamadır tutturup, sonra koca koca kahkahalar atmak demek. Sezen Aksu şarkıları bütün bunlar için var. Her birine eşlik etmek için, valizden çıkıp bütün zarafetleriyle, ince belli notalarda demlendirmek için insanı. Sevinçle hüznün kan kardeşliğinde. Tıpkı yeni albümünde de olduğu gibi.
Yoldan birkaç durak... Sabahlara kadar sohbetlerin sürdüğü ilişkiler durağı ilki. İnsan zanneder ki lafla aşk gemisi yürür. Bir süre yürür de, yalan değil. Ama sonra bir gün gelir, “Canımdan can gitti” dediği şey olur Sezen Aksu’nun. Gitmiştir. Valizde şarkısı hazır: “Canımdan can gitti / Gel hasretin eritti/ Anladım ki çok muhabbet/ Ayrılık getirdi”. Sussan içine dert, konuşsan tez ayrılık gibi bir başka dert. Haberin olsun diyor valiz. Gidenden arta kalanlar vardır bir de. Evin eşyası gibi olmuş, geçen zaman içinde. Soruyor valizdeki bir diğer şarkı:
Bir kitap düşünün, içinde Türk edebiyatının usta isimleri... Kimler yok ki aralarında? Yusuf Atılgan, Kerime Nadir, Aziz Nesin, Füruzan, Kemal Tahir, Sevgi Soysal... Aynı kitapta sinemadan da karakterler.... Cilalı İbo, Yılmaz Güney, Sadri Alışık, Münir Özkul... Sonra ses sanatçıları... Zeki Müren, Behiye Aksoy, Gönül Yazar, Ajda Pekkan. Ve ayrıca çizginin kahraman kalemleri... Hepsini Levent Cantek bir araya getirdi, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Kuş Eppeği’ adlı kitabında. Onların portrelerini... Kültür dünyamızın farklı köşe taşlarını, renklerini; kimi çok parlak kimi biraz daha az bilinen.
Bir cep kitabı ‘Kuş Eppeği’. İçinde öyle uzun boylu portreler yok. Küçücük paragraflarda anlatmış her birini Cantek. Az sözle çok şey söyleme ustalığını göstererek. Kitabın adı kuşların yediği ufacık bahar otlarından geliyor. Kuş eppeği, kuş ekmeği demek. Bir lokma portreler bunlar. Tadı damakta kalan. Büyük bir zarafetle yazılmış, kanaviçe gibi işlenmiş, demlenmiş, rengini almış. Şiir okuyor gibi oluyor insan.
“Elinizdeki, içinde kuşlar havalanan bir billur cam kâse” diye yazıyor kitabın arka kapağında. Olağanüstü bir edebiyat lezzetiyle dolu bu kâseden birkaç örnek vermek gerekirse... Aziz
Müzik, dans, aşk... Hayatın en etkili büyüleri; değiştiren, dönüştüren... Sonra masalsı bir anlatım ya da bir Hollywood masalı mı demeli, romantizm... Hepsi, geçen hafta gösterime giren ‘La La Land’in içinde. Damien Chazelle’nin yazıp yönettiği müzikal filmde, hayatla hayallerini gerçekleştirmek üzere masaya oturmuş iki genç var. Sebastian (Ryan Gosling) ve Mia (Emma Stone). İkisi de kararlı, ikisi de tutkulu. Mia, oyuncu olmak istiyor, Sebastian ise bir caz kulüp açmak hatta biraz daha fazlası, cazı kurtarmak niyetinde. Yolları Los Angeles’ta trafiğin sıkışık olduğu bir gün kesişiyor. Mia, trafikte arabasını durdururken, arkadan gelen Sebastian onu sollayarak geçiyor. Bir anlık bir bakışma... Sebastian, çeşitli kulüplerde Noel şarkıları çalmaktan, partilerde pop müzik yapmaya kadar hiç de zevk almadığı işlerle uğraşıyor, piyanosuyla, para kazanmak uğruna. Oysa onun için varsa yoksa klasik caz. Mia ise bir kafede çalışıyor. Onun da bütün dileği bir filmde rol almak. Ulaşabildiği her oyuncu seçmesine katılıyor. Sonuç da çoğunlukla başarısızlık oluyor. İkisinin de ortak özelliği vazgeçmemeleri... Derken ikili, bir partide yeniden karşılaşıyor. Ve birbirlerine hayallerini açıyor.
Arter, Türkiye’de kavramsal sanatın öncülerinden Nil Yalter’in İstanbul’da bugüne kadar açılmış en kapsamlı sergisine ev sahipliği yapıyor: ‘Kayıt Dışı’. Sergi dünya genelinde toplumun kayıt altına almadığı insanlara bakıyor. Ağırlıklı olarak göçmenlerin yer aldığı sergide, işçilere ve kadınlara da işaret ediliyor. Sanatçının dışlanmış olanlarla kurduğu ilişkinin yansıması olan bu büyük sergide onların varoluş mücadeleleri anlatılırken bir yandan da kayda geçmeleri sağlanıyor.
Serginin en çarpıcı işlerinin başında ‘Deniz Gezmiş’ geliyor. Deniz’lerin idam sürecinde yapmış Yalter bu işi. Kasap kâğıdına, akrilik ve gümüşten üç daire çizmiş sanatçı. Bu daireler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yaşamlarını simgeliyor. Sağ yanlarında sayfayı baştan aşağı bölen bir çizgi var: Ölüm çizgisi. Dairelerle çizgi arasındaki mesafelerin değiştiği farklı kâğıtlarda, -dava süreciyle bağlantılı olarak- daireler ölüm çizgisine yaşlaştıkça renkleri soluyor ve ölüm çizgisini geçtikten sonra renkleri yok oluyor. Gerçekten insanı çarpan, gözlerini dolduran şahane bir iş bu... Birkaç panelden oluşan bu işin diğer bölümleri de ilki kadar etkileyici.
Bir diğer vurucu eser ‘Orient Express’.
Farklı sınıflardan, farklı eğitimlerden, farklı kültürlerden iki kadının canı aynı yerden yanar mı? Kâğıtla kesilmiş gibi... Yanar. Şaşırtıcı bir benzerlik göstererek hem de. Tıpkı Elmas ve Şehnaz gibi... Elmas, 14’ünde evlenmiş, 16 yaşında bir çocuk gelin. Evi temizlerken süpürgeyle dans eden, neşeli okul çocuklarının ardından iç geçiren. Şeker hastası, bakıma muhtaç bir kayınvalidesi var. Kendinden yaşça büyük bir kocası, akşamları eve gelmesin diye dua ettiği... Her gecesi başka bir kâbus, tenini de, ruhunu da dağlayan. Bedeninin tarifsiz acılarla sınandığı... Elmas mutsuz.
Şehnaz ise 30’larının ortalarında bir psikiyatrist. Elmas’la aynı taşra kasabasında yaşıyorlar. Rüzgârı, fırtınası, boranı eksik olmayan bir kasaba bu... İstanbul’dan tayinle gelmiş Şehnaz. Hafta içini burada, hafta sonunu şehirdeki evinde geçiriyor. Yakışıklı, karizmatik, mimar bir kocası var. “Risotto hazır hayatım” diye mutfaktan seslenen... Karısının rakı seviyor olmasına burun kıvıran, ille de şarap diyen. Ne pişirdiği yemeklere ne Şehnaz’ın tenine en ufak bir lezzet katabilen... Onun her sevişme sonrası yorganı başına çekip ağladığından habersiz. Robottan hallice. Duygusuz. Bencil hem de. Şehnaz mutsuz.
Georges Simenon’un oğlu John Simenon, Türkiye’ye gelip yayınevleriyle görüştüğü sırada Everest Yayınları, birkaç proje sunuyor kendisine. Bunlardan biri de Türkçenin büyük ustalarının çevirdiği bir Simenon serisi hazırlamak. Simenon, Türkçe çevirmenleri açısından şanslı bir yazar. Sait Faik Abasıyanık da çevirmiş Simenon’u, Oktay Rifat da, Bilge Karasu da, Çetin Altan da... İşte bu seri Everest Yayınları’ndan yayımlanmaya başladı. Yağmurlu, puslu, gri mi gri bir günde okudum Georges Simenon’un Tahsin Yücel çevirisini: ‘Katil’. Tahsin Yücel’in dupduru Türkçesiyle içim yıkandı, dip köşe temizlendi. Kitabın güzelliği, dilin rengârenkliğiyle bütün griler dağıldı. ‘Katil’in kahramanı Dr. Kuperus. Her günü diğerinin aynı bir yaşam sürüyor. Hastaları, günlük gezileri, bilardo tutkusu, karısının hayatını güzelleştirme çabaları... Derken günün birinde imzasız bir mektup alıyor: “Pek sayın doktor, sizin gibi bir adamın habersizce gülünç edildiğini görmek zor geliyor insana. Size saygı duyan biri, Bayan Kuperus’un her yolculuğunuzda sizi aldattığını bildirir. Dostlarınızdan biriyle M. de Schutter’le, Göller bungalovunda buluşuyor, geceyi orada geçirdiği de oluyor.” (İlk cümledeki bozukluğun