İstanbul Resim Heykel Müzesi, Beşiktaş’ın orta yerinde kırık bir kalp malumunuz. Türk resim sanatının en seçkin eserlerine sahip olduğu halde, bunlar kilitli kapılar ardında ve kendilerini görmekten mahrumuz.
Ankara Resim Heykel Müzesi’nden çalınan eserler konusu ayrı bir yara. Klasik Türk resim sanatının ikon denilebilecek eserlerini görebileceğimiz en geniş envanterli iki kurumda hal böyleyken, hediye gibi bir sergiyle karşımıza çıktı Antik Palace: “Koleksiyonerlerden Başyapıtlar”. Koleksiyonerlerin gözü gibi baktığı, en değerli ressamlarımızın eserlerinden oluşan bir sergi bu. Türkiye’nin önde gelen koleksiyonerlerinden ödünç alarak bu sergiyi hazırlayan Antik A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı Turgay Artam, aslında bir tür sosyal sorumluluk projesine imza atmış oluyor. Zira Osman Hamdi Bey’den, İbrahim Çallı’ya, Halil Paşa’dan, Sami Yetik’e, Avni Lifij’den Şevket Dağ’a, Hale Asaf ve Ruhi Arel’e çok sayıda ressamın ancak bir müzede rastlayabileceğiniz çeşitlilikte ve değerde eserlerini bir arada görmek büyük şans. Sanat severler ve sanat eğitimi alanlar için... Yurtdışında sık sık düzenlenen koleksiyoner paylaşım sergilerinin bir örneği olan “Koleksiyonerlerden Başyapıtlar” önemli
Şahane bir kadın Gloria. Öyle cetvelle çizilmiş bir düzgünlüğü yok. Kırılan, öfkesinden korkabileceğiniz, kahkahalarla gülen, ağlamaktan da çekinmeyen 58 yaşında bir kadın. Şahane, çünkü ne olursa olsun ayağa kalkmasını, devam etmesini biliyor. Kendisinin farkında. Boşuna da yaşamamış belli, ruhu hala inşaat halindeki insanlardan değil.
Aslında bir film karakteri Gloria. Kendisiyle aynı adı taşıyan film, 2013 Şili yapımı. Yönetmen koltuğunda, bu filmle yıldızı parlayan genç sinemacı Sebastion Leilo var. Gloria karakterini Paulina Garcia canlandırıyor. Garcia, geçen yıl Berlin Film Festivali’nde bu rolle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandı.
Bir ‘kendini iyi hisset filmi’ ‘Gloria’. Bu sıfatın hakkını fazlasıyla veriyor. Sinema eleştirmenlerine göre, bu yıl izleyeceğimiz en iyi filmler listesinde yerini aldı bile.
Aynı zamanda da bir ‘ikinci bahar’ filmi ‘Gloria’. Toplumsal rollerinin taktığı anne, eş, çalışan gibi tüm sıfatlardan soyunduğu bir dönemini izliyoruz Gloria’nın. Pinochet döneminden payına düşen ağır baskıları da atmış üzerinden usul usul. Hayatın, ‘özgürlüğün’ tadını çıkarmaya çalışıyor. Yaşıtı bekarların gittiği bir partide, kendi kendine dans ederken, bir
Özellikle son 20 yıldır ağır bir ‘mutluluk’ dayatması içindeyiz. Mutluluk vaat eden yüzlerce kitap yayımlandı. Bu kitapların verdiği reçetelerdeki olumlu düşünce antrenmanları, evrene mesaj göndermeler derken, en son meleklerle samimiyeti ilerletip onlardan mutluluğu artıracak ricalarda bulunulmaya başlandı. Çok mutlu olmak istiyoruz, her defasında daha çok, kesintisiz. Mutsuzluktan ödümüz kopuyor. Mutlu olmayı istemekte sorun yok. Ama bunu sürekli bir beklenti halinde tutmak stres yaratıyor.
İşte bu stresli bombardımanın tam ortasına bomba gibi bir kitap düştü: ‘Mutsuz Olmak’. Bu hafta, İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı Wilhelm Schmid. 1953 doğumlu Alman yazar, Berlin, Paris ve Tübingen’de felsefe eğitimi almış. Erfurt Üniversitesi’nde felsefe hocalığına devam ediyor.
Çizimlerini Turgut Demir’in yaptığı 92 sayfalık ‘Mutsuz Olmak’,Tanıl Bora’nın lezzeti tarifsiz Türkçe çevirisiyle su gibi akıp gidiyor.
Schmid mutsuzluk anlarından bitip tükenmek bilmeyen mutluluk arayışlarına kaçmak yerine, mutsuzluğu yaşamak, anlamlandırmak gerektiğini söylüyor. Kendimize, “Ben ne yaptım, neyi yanlış yaptım? Benim için önemli olan nedir? Hangi insanlara itimat edebilirim?
Reyhan, 13 yaşında. ‘Şeker Portakalı’ okuyor, Zeze’nin peşine takılmış, bir portakal ağacının tepesinde. Tam o sırada en yakın arkadaşı Huriye haber salıyor, kız kardeşiyle: “Ablam dedi ki ‘halam geldi’. Sen öyle söyle o anlar”. Portakal fidanı o an kesiliyor, kendisi de henüz fidan olan Reyhan için. Zira Anadolu’da yaygın olan ‘halam geldi’ deyişi ‘regl oldum’ demek. Bu da, çocuk yaşta zorla evlenmelerine sözüm ona engel olan o incecik ipi kesen keskin bıçak, kızların bedeninde taşıdığı.
Ağaçtan atladığı gibi arkadaşının yanına koşuyor Reyhan. Nasıl yapsalar da saklasalar bu durumu... Huriye’nin ailesi bu haberi bekliyor çünkü. Oğluyla evleneceği halası, eniştesi, eş, dost (!) Öyle küçükler ve çaresizlikleri öyle büyük ki, daha onları gördüğümüz o ilk sahnede, başlarına yıkılan dünyanın altında kalıyoruz biz de. Bu hafta gösterime giren “Halam Geldi” filminin ilk sahnesinde.
Kan donduruyor
Senaryosunu Evrim Kanpolat’ın yazıp Erhan Kozan’ın yönettiği film, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Akıncılar köyünde geçiyor. 1974 Kıbrıs Harekatı’nın ardından Diyarbakır’dan gelen iki ailenin ‘çocuk gelinleri’nin hikayesi bu. Akraba evliliklerinden ‘doğan, sakat kalan, ölen’
Son iki haftadır oldukça kaotik bir dönemden geçiyor Türkiye. Anbean yaşanan gelişmeler baş döndürüyor. Gazetelerden, haber sitelerinden ve sosyal medyadan servis edilen dudak uçuklatıcı haberlerin ardı arkası kesilmiyor. Ülkenin yaşadığı gerginlikten etkilenmemek imkansız. Kimsenin tadı yok. Bu büyük resim.
Bir de kendi kişisel hayatlarımızda yaşadığımız gündelik sıkıntılar var tabii. Büyük resme müdahale edip, etrafı gül bahçesine çevirme şansımız yok belki ama kendimiz için bir şeyler yapmak mümkün. Kendi elimizle kendimize dar ettiğimiz hayatlarımız için.
Bana son dönemlerde en iyi gelen şeylerden biri Nişantaşı’ndaki Linart Gallery’de gezdiğim Pınar Du Pre’nin ‘Snapshot’ adlı sergisi oldu.
Serginin ana fikri evrenin büyüklüğünden hareket ediyor. 100 milyon ışık yılı büyüklüğündeki Samanyolu galaksisinin bir kolunda orta ölçekli bir Güneş Sistemi’nin 3 numaralı gezegeninde yaşadığımıza dikkat çekiyor. Devasa bir büyüklüğün içinde küçücük kalan bu gezegende, trafiğe sinir oluyoruz, gelmeyen asansöre, yakın mesafe için bindiğimiz taksi şoförlerinin surat asmasına, insanların anlayışsızlıklarına; hatta bazıları daha ileri götürüp kırılan tırnağı yüzünden isyan
Oxford mezunu snob işadamıyla komünist hayat kadını bir otel odasında karşı karşıya gelirse neler olur? Cevabı AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu’nun yeni oyunu ‘Şenlikli Limonata’da. Ama ne cevap! Zeka dolu, bu biiir. Eğlenceli, bu iki. Nasıl olmasın ki? Murat İpek’in yazdığı metin kusursuz; Günay Karacaoğlu ile Fırat Doğruloğlu’nun oyunculukları mükemmel.
Son derece rüküş, pahalı bir otel odasına platin sarısı plastik saçları, deri şortu, en az 13 poundluk kırmızı rugan botları, leopar çantası, kamçısı, termosu ve bangır bangır Cyndi Lauper çalan teybiyle dalıveriyor kadın. Odada kalan saten pijamalı adam, Türkiye’nin genç yatırımcılarından biri ve sabah erkenden Frankfurt’a gideceği için yatmak üzere. İlk dakikalarda anlaşılıyor ki, kadın yanlış günde doğru odaya gelmiş. Ama eli boş dönesi de yok. Gidersin, gitmezsin derken aralarında bir sohbet başlıyor. Termostaki ‘bira, cin, votka, baileys, viski’ eklenmiş ‘şenlikli’ limonata da eşlik edince bu sohbete, zıt ikili giderek yakınlaşıyor. Öyle fiziksel bir yakınlaşma değil bu; birbirlerinin dünyasını keşfetmeye başlıyorlar.
Kadının anlattığı hikayelerdeki başlıca referansı Fitnat Yenge. Oyunda kendisini görmüyoruz ama hakkında
Bu hafta çıkan son romanı ‘Ustam ve Ben’de kahramanı Cihan’ın kitaplarla ilişkisini anlatırken şöyle diyor Elif Şafak: “Bir kitaba burnunu gömerek herkesi ve her şeyi unutmanın, unutabilmenin verdiği hazzı hiçbir şeyden alamayacaktı. Aşk gibiydi okumak da... Neden, nasıl müptelası olduğunu, bilen zaten gayet iyi bilirdi; bilmeyene de anlatamazdın bir türlü.”
Bir haftadır bir kitaba, ‘Ustam ve Ben’e burnumu gömdüm, onu okuduğum zamanlarda herkesi ve her şeyi unuttum ben de, Cihan gibi; tam 472 sayfa boyunca. İlk 200 sayfa usul usul ve bin lezzetle anlatılmış bir masal dinliyormuş gibiydim. Sayfalar ilerledikçe, yazarın attığı düğümlerle roman tadını yakaladım; kitabı ‘tanıdıkça’ sevdim, sevdikçe ona ayırdığım zaman arttı, düğümler çözülmeye başladıkça da heyecanım...
Yazarın ‘ustalık’ dönemi
Elif Şafak’ın tüm külliyatını okumuş biri olarak diyebilirim ki, bu roman yazarın ‘ustalık’ dönemi işlerinden biri. Öncelikle, gerçekten büyük bir işçilik var içinde. 16. yy İstanbul’unu seslerinden, kokusuna, iktidar kavgalarından, saray entrikalarına, hareminden Hürrem’ine, aynı gökkubbe altındaki çok kültürlülüğünden, salgın hastalıklarına, yangınlarına kadar dev bir sahnede,
Seyirciler salona yerleşirken, oyuncular da sahnedeki Tango Bar’da kendi aralarında sohbet ediyor. Onlar bizden önce gelmişler belli ki. Keman ve piyano sesleri yükselirken bardan, masalardan birinde dört kadın kırmızı şaraplarını yudumluyor, kahkahalar atarak. Bir başka masada mutsuz ve yalnız bir kadın, diğerinde onu kesen şişman bir adam... Fötr şapkalı takım elbiseli bir diğeri gazetesini okuyor, önünde viski kadehi. Sahne giderek kalabalıklaşıyor. Işıklar sönüp, oyun başladığında tam 25 kişi oluyorlar: Arjantin Buenos Aires’ten bir grup insan. 70’li yılların sonundayız. Cunta dönemindeki Arjantin’de. Ülke ekonomisi bozulmuş, iç savaşta yorgun düşen halk yoksul, gelir uçurumu büyümüş. Ama ortada ABD ile işbirliği yaparak zenginleşmiş birtakım adamlar dolaşıyor.
Tango Bar’daki kadınların büyük çoğunluğu hayat kadını. Bol içkiyle, darbe gerçeğini unutmaya çalışıyorlar. Belki de kendi gerçeklerini, kadın olarak ödedikleri bedelleri... Barın sahibi Catalina’nın en büyük arzusu, kızı Maria’yı bu müptezel hayatın dışında tutabilmek. Tabii ki zengin bir adamla yapacağı izdivaç neticesinde... Maria ise Pedro’ya aşık. Cuntaya karşı kurulan komitelerden birinin üyesi “çulsuz