Bir maden kasabası... İçlerinde esnaf olanlar yok değil ama halkın en önemli geçim kaynağı madencilik. Yokluk o kadar ağır ki, yerin yüzlerce metre altında iş bulan seviniyor. Hayatları çok zor. Yaşam şartları giderek kötüleşiyor. Borç gırtlakta. Her gün sabahın 4’ünden öğleden sonra 3’e kadar, “Lamba madencinin güneşi demektir” diyerek alıp ışıklarını yanlarına yerin 554 metre derinliğine inip çalışıyorlar. Kömürler kazınıyor, taşınıyor. Sözümona işletmenin sahibi makineler de alıyor zaman zaman ama asıl yük onların kollarında... Göçük tehlikesi hep akıllarında. Ölüme karşı inanılmaz bir metanetleri var, kabullenmişlikleri: “Birileri ocağa indiği sürece, ölümler de sürecek”.
Bütün bu koşullara rağmen, hayat pahalılığına direnemeyen maaşlar alıyorlar ki bunlar da çeşitli bahaneler öne sürülerek kesintiye uğruyor; bir gün hastalanıp işe gelmeseler, yevmiyeden düşülüyor. Birileri sürekli olarak onlara daha az para vermenin yollarını arıyor. Masraflar kısılıyor, işçi sürekli kemer sıkıyor. Hepsinin dilinde aynı cümle: “Elden ne gelir, çalışmak zorundayız.”
Sürüp giden ekmek kavgası
Kasabanın eskilerinden biri... 58 yaşında. 8’inde girmiş madene, yarım asır sonra çıkmış.
Marie Curie, Roman Polanski, Frederic Chopin, Josef Konrad Korzeniowski, Lech Walesa, Stanislaw Lem... Polonya başlığında toplanacak bu önemli isimler listesinin başrollerinden biri de hiç kuşkusuz Adam Mickiewicz... Kendisi Polonyalı şairlerin en büyüğü olarak kabul ediliyor. Puşkin’in, Goethe’nin yakın arkadaşı. Ülkenin kültürel kimliğinin korunmasındaki en önemli aktör belki de. Döneminin Jim Morrison-Umberto Eco karışımı olarak anılıyor. Polonya’nın hemen her yerinde bir heykeline, anıtına rastlamak mümkün. Varşova merkezli bir kültürel kurum da var, ismini taşıyan: Adam Mickiewicz Enstitüsü. Bundan 14 yıl önce kurulmuş. Amacı kültür diplomasisi yapmak, sloganı ‘gerçekleri söylemek’.
Polonya kültürünü dünyaya tanıtmak amacıyla kurulan Adam Mickiewicz Enstitüsü’nün davet ettiği bir grup kültür sanat gazetecisiyle birlikte Varşova’daydım bu hafta. Enstitü, Polonya ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 600. yılı dolayısıyla düzenlenen kültür programının hazırlayıcısı aynı zamanda. 2.5 sene önce başlayan çalışmaları kapsamında 2014 yılı boyunca sayıları 100’ü aşan konser, dans, sergi, söyleşi, panel ve film gösterimleriyle Polonya sanatı ve kültürünü Türkiye’de
Ferit Karahan, ilk uzun metrajlı filmini çekmeye karar verdiğinde, öncelikle Kürt sorunuyla ilgili olmasını planlıyor. “Ama” diyor “Öyle bir film çekeceğim ki slogan atmayacak”. Bu biiir. “İki tarafın da acılarına dokunacak”. Bu ikiii. “Ve birbirinizi anlamaya çalışın mesajını verecek”. Kültür Bakanlığı da belli bir oranda destekliyor filmini. Derken 21 aylık post prodüksiyon sürecinin ardından ‘Cennetten Kovulmak’ çıkıyor ortaya.
Çekimleri İstanbul’da ve Muş’ta gerçekleştirilen Türk-İtalyan ortak yapımı film, prömiyerini yaptığı 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü Ramin Matin’in ‘Kusursuzlar’ı ile paylaştı. Haziran ayında da Ankara Film Festivali’nde yarışacak. 25 Nisan’da ise gösterime girdi.
24 yaşındaki elektrik mühendisi Emine ve 8 yaşındaki ilkokul öğrencisi Ayşe’nin hikayelerinin kesiştiği, gerçekten de slogan atmayan, evlat acısının milliyeti olamayacağını vurgulayan, birbirimizi anlamamızın ve bu süreçte kadınların ne denli önemli olduğunun altını çizen başarılı bir yapım ‘Cennetten Kovulmak’.
Kürt işçilerin çalıştığı bir şantiyede işe başlayana kadar ihtimal hayatında hiç Kürt görmemiş, memlekette 30 yıldır süren savaşla ilgili
Hayatımın en heyecan verici hediyesini ilkokul dördüncü sınıfta sömestr tatilinin ilk günü aldım. Bir mandolindi. Emekli müzik öğretmeni Fik-ret Bey’in müzik aletleri sattığı dükkanı Tufi’den karne hediyesi olarak almıştı babam. Tufi, bizim sokağın en büyülü yeriydi benim için. Vitrinindeki müzik aletlerine bakmaya bayılırdım. Dükkandan Fikret Bey’in çaldığı piyanonun sesi yayılırdı sokağa. Mavi bir kılıf içinde gelen mandolinimle haftada iki gün ders almaya başladım. Mandolini kollarıma, penayı elime aldığım her an, mutluluktan havalara uçuyordum. Ne var ki kısa sürede müzik kulağım olmadığı ortaya çıktı. Akort yapamıyordum, telleri sürekli koparıyordum, notalarla aram iyi değildi. Olmadı yani. Müzikal kariyerim başlamadan bitti. Ama o mandolinin verdiği heyecanı unutmak mümkün olmadı. Bir çocuk için müzik aletine sahip olmanın, hele onu çalabilmenin ne büyük bir sevinç olduğunu bilirim özetle.
Çocuklar nefeslerini tuttu
Bu hafta, pazartesi günü İş Sanat’ta Barış İçin Müzik Orkestrası’nın konserine gittiğimde, yaşları 7 ila 14 arasında değişen çocuklar, enstrümanlarıyla sahnedeki yerlerini alırken o sevinci bir kez daha yaşadım. Otuz yıl sonra bir kez daha. Onların
Tiyatronun usta isimlerinden Mustafa Avkıran, Garajistanbul’da sahnelediği “Sabahlar Olmasın” projesinde sezon boyunca, içinden içki geçen şarkıları söylüyor-oynuyordu. Avkıran bu çalışmayı şimdi de albüme taşıdı. “Sabahlar Olmasın”, Kalan Müzik etiketiyle raflarda yerini aldı bu hafta. Albümün müzik direktörü Levent Güneş. Konuk sanatçıları ise Ceylan Ertem, Dilber Ay, Sema, Sibel Tüzün. Çok aşina olduğumuz şarkılar da var albümde, yepyeni olanlar da... Yeni şarkıların sözlerindeki imzalar göz kamaştırıyor: Aziz Nesin, Edip Cansever, Özdemir Âsaf, Can Yücel, Kemal Gökhan Gürses... Arabeskten türküye farklı türlerde tam 18 parça.
Bu öyle, ‘bir tiyatrocu günün birinde şarkı söylemeye karar vermiş albümü’ değil. Avkıran, çok farklı bir konseptle karşımızda. Kendisinin dediği gibi bu projede o ‘şarkıcı-oyuncu’. Daha ilk şarkıdan bunu fark ediyorsunuz zaten. Tanıdık bildik bir yorum değil onunkisi. Zira gerçekten de şarkıları sadece söylemiyor aynı zamanda tiyatro sahnesine çıkarıyor, grubu Ser Hoş Kominite ile birlikte. Anlayacağınız şarkıların sözlerindeki her bir duyguyu sesiyle sahneye koyuyor Avkıran. Misal “Her akşam votka rakı ve şarap / İçtikçe delirir insan olur harap/
Bir romantik komedi düşünün, hem bol bol güleceğiniz hem de 40 yaş erkeğinin varoluşsal sorunlarıyla hemhal olacağınız... Filmin adı ‘Casse-tete chinois /Aşk Bulmacası’. Önümüzdeki hafta sona erecek İstanbul Film Festivali’nde üç gösterim yapan film, 25 Nisan’da da vizyona girecek.
Aslında ana karakter Fransız Xavier’le, Cedric Klapisch’in yönettiği 2002 tarihli ‘İspanyol Pansiyonu’nda (L’Auberge Espagnole) tanışmıştık. Romain Duris’nin canlandırdığı Xavier, Erasmus değişim programıyla Paris’ten Barselona’ya giden bir üniversite öğrencisiydi. E delikanlılık çağları tabii... Şenlikli bir özel hayatı vardı. Kız arkadaşlarından biri de Audrey Tautou’nun oynadığı Paris’te yaşayan Martine’di. Klapisch, 2005’te devam filmi ‘Rus Bebekler’i (Les poupÈes russes) çekti. Bu filmde de bir aşk üçgeninin içinde kalıyor, İngiliz Wendy’yi (Kelly Reilly) tercih ediyordu Xavier.
‘Aşk Bulmacası’nda ise 40 yaşı ve sorunlarıyla karşımıza çıkıyor Xavier. Wendy ile sürdürdüğü 10 yıllık ilişkisinden iki çocuk sahibi olmuş, yazarlık mesleğinde öyle çok parlak bir kariyer edinememiş, mutsuz ve kafası da karmakarışık. Zaten daha filmin başında “Çoğu insan için hayat A noktasından B noktasına
Ve nisan geldi. Yer gök sinema, İstanbul’da yaşayanlar için, Film Festivali ve elbette İKSV sayesinde; 33 yıldır olduğu gibi. Festivalin açılışı önceki akşam Lütfi Kırdar’da yapıldı. Açılış filmi olarak da Stephan Frears’ın ‘Philomena / Umudun Peşinde’si gösterildi.
Film, Martin Sixsmith’in ‘Philomena Lee’nin Kayıp Çocuğu’ kitabının beyaz perde uyarlaması. Gerçek bir öyküye dayanıyor. 1950’li yıllarda İrlanda’da bir panayır sırasında beraber olduğu sevgilisinden hamile kalan Philomena (Judi Dench), kendisini affetmeyen Katolik ailesinin elleriyle Roscrea Manastırı’na kapatılıyor. Oğlu Anthony’yi burada doğurup tam 3 yıl manastırın çamaşırhanesinde ağır şartlarda çalıştırılıyor. Büyük bir günah işlediğine öylesine inandırılıyor ve üzerinde öyle derin bir suçluluk duygusu yaratma harekatı düzenleniyor ki gördüğü her türlü cezayı gıkını çıkarmadan kabul ediyor, 3 yaşına geldiğinde 1000 Sterlin karşılığında oğlunun Amerikalı bir aileye satılmasını da... Ve o günden sonra bu ‘utanç verici’ (!) hikayesini sır gibi saklıyor. Oğlunu aramaya devam ettiği tam 50 yıl boyunca!
2005 yılında sırrını paylaştığı kızının da yardımıyla BBC’deki görevinden henüz ayrılmış gazeteci Martin
İlk kez geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterildi yönetmenliğini Deniz Akçay Katıksız’ın yaptığı ‘Köksüz’. Festivalde Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü ile Radikal Gazetesi Halk Ödülü’nü aldı. 2013 ‘Köksüz’ün yılıydı zira birkaç ay sonra bir grup ödül de Adana Altın Koza Film Festivali’nden geldi; En İyi Kadın Oyuncu, Yılmaz Güney Ödülü, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Umut Veren Genç Erkek Oyuncu olmak üzere 4 dalda birden. 2013’te Venedik Film Festivali’nde de gösterilen ‘Köksüz’ ile ilgili son ödül haberini ise bu hafta aldık. Film, Nürnberg’de düzenlenen 19. Türkiye / Almanya Film Festivali’nde En İyi Film seçildi.
Peki 14 Mart’tan bu yana vizyonda olan bu bol ödüllü filmin alamet-i farikası ne? Aslında film, babanın ani ölümünün ardından aile bireylerinin kişisel travmalarını anlatıyor. Ama bunu o kadar derinlikli ve sahici yapıyor ki, izlerken o aileye dahil oluyor, onların sıkıntılarını tek tek hissediyor insan. Anne Nurcan (Lale Başar), ihtimal eşini kaybettikten sonra, halk arasında temizlik hastalığı diye bilinen obsesif kompulsif bir bozukluktan mustarip. Çamaşır, bulaşık, ütü; elinde bir bez, sabahtan akşama, üç ay sırt üstü yatmak zorunda kalana kadar