Dildilian Ailesi’nin ‘yitik’ geçmişi

5 Mayıs 2013

Dildilianlar, Osmanlı Türkiye’sinde yaşamış bir Ermeni aile. Ailenin üyelerinden Krikor Dildilian, Yozgat’ın en ünlü kunduracısı. Yangın ve kıtlık yüzünden Sivas’a göç eder abisiyle. Atölyesinin pencerelerindeki sardunyalar nedeniyle Çiçekli Kunduracı diye tanınır. Yıl 1872. Krikor Dildilian’ın oğlu Tsolag Dildilian, baba mesleğini sürdürmek istemez zira onun hayali ‘fotoğrafçılık’tır. Babasının aldığı 5X7 inç kamerasıyla, kardeşi Aram’ın fotoğraflarını çekerek başlar işe. Anadolu’da stüdyolar yok o dönemlerde. Seyyar fotoğrafçılar, birkaç günlüğüne uğradıkları şehirlerden fotoğrafları çekip baskıyı yaptıktan sonra ayrılır. İşte böyle bir dönemde deneyimli bir ortakla birlikte çarşı içinde bir fotoğraf stüdyosu açar Tsolag Didilian. Merzifon’a kadar alır yürür ünü. Orada Amerikalılar tarafından açılan Anadolu Koleji, Dildilian’ı okulun resmi fotoğrafçısı olarak işe alır. Tam da o sıralarda, babası ve annesi 5 ay içinde art arda ölünce, dört kardeşiyle Merzifon’a taşınır Tsolag. Henüz 22 yaşındadır. Kolejin mezuniyet fotoğraflarını çeker; bununla da yetinmez şehri, insanları fotoğraflamaya başlar. 27’sinde evlenir. 6 çocuk dünyaya getirir. Aile de, yaptıkları fotoğrafçılık işi

Yazının Devamı

Sezen Aksu’nun ev hali

28 Nisan 2013

“Cuma akşamı Sezen Aksu’lara oturmaya gittik...” gibi bir konserdi. Zaten hep istediği bir şeymiş bu. Evde dostlarıyla söyler gibi, virtüöz enstrümanlar eşliğinde okumak şarkılarını bize. Yanında piyanosuyla Fahir Atakoğlu, uduyla Ara Dinkjian vardı. Canının istediği gibi söyledi, en samimi, en ‘ev hal’lerine tanık olmamızı sağladı.
Tam 27 yıldır, 14’ünden beri, Sezen Aksu konserlerine giden biri olarak diyebilirim ki, daha öncekilere benzemeyen bambaşka bir konserdi bu. Piyano ve udun hasbıhalinde, sesini raks ettirdi Sezen Aksu. Bildiğimiz şarkılarını bilmediğimiz yorumlarıyla söyledi. Orkestrasız, vokalsiz, mikrofonsuz sesini paylaştı. Velhasıl bizi çok iyi ağırladı.
Sezen Aksu felsefesinin kilit şarkıları vardı repertuvarda. İnsanın resmini yapan... Onun en tekinsiz sokaklarını dolaşmış şarkılar... Sesinin aynasında gördüğümüzden, gösteren o ise eğer, hiçbir zaman korkmadığımız, ne kadar ağır olursa olsun, yansıyanı alıp kabul ettiğimiz şarkılar...
“İyi ki varsınız,” dedi konserde: “Hayatımın en zor anlarını sizinle göz göze şarkı söylerken atlattım”. Konukları “Al benden de o kadar” rahatlığında yaslandı koltuklarına. Kalp kalbe karşıydı. Hakikaten de, kimseler

Yazının Devamı

Londra notları

21 Nisan 2013

* Bu hafta kitap dünyası Londra Kitap Fuarı’na kilitlendi. Türkiye, fuarın düzenlendiği Earls Court’taki standında bütün görkemiyle yerini aldı. Görkemli sunum iyi güzel de, bütün bu yatırım işe yarayacak mı? Ortak kanı, kendi kültürü dışındakilere kapalı olan İngiliz okura Türk edebiyatını tanıtmak için bu fuarın bir milat olduğu. Ama sonuçlar için zamana ihtiyaç var. Bekleyip göreceğiz.
* Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal, dünya yayın endüstrisi profesyonellerinin katıldığı toplantılarda İngiliz yayıncıların Türk edebiyatıyla yakından ilgilendiğini söyledi. Hatta Türkiye’yi keşfedilecek bir pazar olarak gördüklerini... Bunun nedeni de, yayın sektörünün Avrupa’da gerilerken, Türkiye’de ivme kazanması.
* Fuarda, benim de katılımcıları arasında olduğum bir panelde kitap ekleri konuşuldu. Panelde, bizim gibi az okuyan bir ülkede tam 14 tane ‘kitap eki’ oluşuna dikkat çekildi. Ortada ivme kazanmış bir sektör olmasa, bu sektörün ilan verecek gücü; bu kadar çok ek niye çıksın? İyi haber; Metin Celal haklı.

‘Mucize beklememek gerek’
* Yayıncılar temkinliydi. Onlar da fuarın bir hareketlenme getireceği konusunda hemfikirdi ama mucize beklememek gerektiğini

Yazının Devamı

Anneler kan ağlıyor!

21 Nisan 2013

Şırnak’tan çıktıktan sonra bir buçuk saat süren yılankavi bir yolun sonunda varılıyor Uludere’nin Roboski köyüne. Dağlar şiir gibi bu bölgede, serbest vezinle yazılmış. Yeşilin tanıdık tanımadık her bir tonu üzerlerinde, bazısı hala karla kaplı. Önde Akil İnsanlar Güneydoğu Anadolu Heyeti, arkalarında basın, konvoy halinde ilerliyoruz. Bir görünüp bir kaybolan bulanık Roboski deresinin bittiği yerde duruyor arabalar.
Caminin avlusunda, göğüslerine bastırdıkları evlatlarının çerçeveli resimleriyle anneler karşılıyor heyeti. Siyahlar içindeler, başlarında beyaz tülbentleri, gözleri yaşlı. Onlar, 2011’in 28 Aralık günü yaşanan Uludere faciasında canlarından can kopan anneler. Kimi oğlunun bedeninden ayrılmış elini, cenazesini gömdükten sonra bulmuş, kimi kocasının yanmış vücudunu görmüş kefenin arasından. Ve sanki aradan 1.5 yıl geçmemiş. Bu acı geçmezmiş.

Ne demeli?
Heyet yanlarına yaklaşmadan önce olduğu yerde donup kalıyor. Tuttukları yas o kadar taze ki annelerin, sımsıkı sarıldıkları az önce ölmüş gibi. Ne demeli? Heyettekiler, kendi anneleriymiş gibi dokunuyorlar omuzlarına, eller öpülüyor, sarmaş dolaş olunuyor bir anda. Yılmaz Erdoğan ağladı ağlayacak, Kezban

Yazının Devamı

Mutlu olmak için...

14 Nisan 2013

Riva Deresi kıyısında, yeşillikler içinde küçük bir cennet Cam Ocağı Vakfı. Bundan 10 yıl önce kuruldu. Bugün dünya standartlarında bir cam eğitim merkezi. Vakfın başkanı, merkezin kurucusu Yılmaz Yalçınkaya tekstil işiyle uğraşıyor. 90’lı yıllarda işteki stresten bunalıp, kendini mutlu edecek bir hobi arıyor. Birden aklına çocukluğundan bir kare geliyor. İlkokul yıllarında öğretmeninin öğrencileri götürdüğü nazar boncuğu yapım evi... İşte o gün camın peşine düşüyor Yalçınkaya. 92’den itibaren her cumartesi Paşabahçe’ye gidip geliyor. Oturup sadece seyrediyor cam yapımını; ara sıra tasarımla ilgili fikir veriyor. Tam 9 buçuk sene sürüyor bu ziyaretler. Arada Almanya’da 3 haftalık bir kursa gidip cam üflemeyi öğreniyor. 10. yılın sonunda Paşabahçe’nin Riva Öğümce köyündeki eski fabrikasını satacağı haberini alıp, buraya talip oluyor. Satış gerçekleşiyor. 18 bin 750 metrekarelik virane haldeki bu yeri yeniden inşa ediyor. Hedefi yurtdışında gördüğü okullara benzer bir okul haline getirmek burayı. İki yıl sürüyor inşaat.
Bugün o hedefi gerçekleştirmekle kalmayıp, aşmış da... Dünyada camla ilgilenen herkesin adını bildiği bir kurum Cam Ocağı Vakfı. Ama Türkiye’de aynı

Yazının Devamı

‘Yazan sensen, bana neden kızıyorsun?’

7 Nisan 2013

‘En Uzun Gece’den bu yana, tam dokuz yıldır bekliyorduk Ahmet Altan’ın yeni romanını. Ve nihayet bu hafta kitap raflarına yerleşti ‘Son Oyun’. Beklediğimize değdi doğrusu. Kitabı tarif etmek zor. Ne anlatsam, bir eksik kalacak. Ne romanın insanın nefesini kesen ritmini ifade etmek mümkün ne de Altan’ın kudretinden sual olunmaz kaleminin lezzetini.
Alçak tepelerden denize inilen, zakkumları, zeytinlikleri olan, yasemin, hanımeli kokan bir kasabada geçiyor hikaye. Bir cinayet romanı yazmak üzere buraya geliyor, romanın başkahramanı olan yazar. Daha ilk sayfadan, birini öldürdüğünü öğreniyoruz. Maktulün kim olduğunu ise tam 400 sayfa sonra, roman bittiğinde...
Bir gece yarısı, bir okaliptüs ağacının altındaki bankta buluyoruz onu. Sabah gün ışıyana dek, kasabaya gelişinden başlayıp kendisini işlediği cinayete götüren süreci anlatıyor. Tepelerden birinde hazine gömülü olduğuna inanan halkın, bu nedenle girdiği akıl almaz iktidar savaşının ortasına düşüyor yazar. ‘Saçma’nın bunaltıyla karışık çekiciliğini her gün yeniden deneyimliyor. Zuhal’e tutuluyor; ‘aşktan bile daha tehlikeli ve daha kuvvetli bir ilişki’ yaşıyor onunla. Zuhal’in âşık olduğu, ‘tehlikeli’ bir oyunun içine

Yazının Devamı

“Yüksek”e çıkmak

31 Mart 2013

Genç, sevimli, hayat dolu üç arkadaşlar. Kanları deli akan... Adları Baron, Pıt ve Çakı. Kendilerine “Panpalar” diyorlar. DOT’un sahnesinde, iki sıra yarım ay şeklinde oturan izleyicinin ortasında beliriyorlar birden. Ama o ne enerji... Aramızda dolaşarak, tek saniye düşmeyen bir tempoyla, gözlerimizin içine baka baka, kimi zaman kahkahaya boğarak, kimi zaman kanımızı dondurarak, anlatıyorlar. Anlatıyorlar diyorum, gerçekten de anlatıyorlar. Ali Taylor’ın “Spillover” adlı oyunundan Tuğrul Tülek’in çevirip, uyarlayıp sahneye koyduğu “Yüksek”, bir anlatı tiyatrosu metni zira. Dekor yok, kostüm yok. Beden dillerini konuşturuyor oyuncular ve gerçekten izleyeni hayran bırakan bir performans sahneliyorlar.
Anlattıkları hikaye, şiddet karşısında giderek paranoyaya dönüşen çaresizliğimizin hikayesi. Oyun bir cuma günü başlıyor. İstanbul’un kalbinin attığı İstiklal Caddesi’ndeki Mc Donalds’ta bizim Panpalar. Her cuma hayata giriş kapıları burası. Aynı okula giden, aynı takımı tutan, müzik zevkleri aynı olan bu üç kankayı bekliyor İstiklal Caddesi. Birden dışarıda garip bir şeyler olduğunu fark ediyorlar. Etraf polis kaynıyor. Derken bir patlama sesi duyuyorlar, onları yere düşürecek

Yazının Devamı

Bakan Şahin bu sergiyi görmeli

24 Mart 2013

Birbirlerine saçlarından bağlanmış halde içeri gelenleri karşılıyorlar. Boncuklardan yapılmış ölü kadınlar onlar; öldürülmüş kadınlar. Kocası, abisi, babası, uzak yakın bir akrabası yahut sevgilisi tarafından. Donuk bakıyor gözleri. Kimilerinin yanaklarında yaş taneleri yol oluyor; kimilerinin gözlerinde soru işareti... Rengarenkler; yarım kalmış, kimbilir belki hiç yaşanmamış hayatlarının yok olmuş renkleri bunlar. Onlar, Zeren Göktan’ın Cda-Projects’teki “Sayaç” adlı yeni sergisinin tanıkları, Türkiye’de kadına uygulanan şiddetin de...
Sergi mekanındaki iç içe geçen odaların duvarlarında ise yine boncuktan yapılmış örtüler var. Antik Mısır kefen örtülerinden esinlenmiş sanatçı, bu örtüleri tasarlarken. Mısırlılar, boncuklarla işli kefenlerin ölüyü koruduğuna inanırmış. Her kefenin üzerinde ayrı bir hikaye işliymiş ve bu hikayeler yol göstersin isterlermiş ölülerine. Sergi mekanındaki örtüler de, şiddet kurbanı kadınlar için... Ama bu örtülerin bir özelliği daha var. Her birinde, kelebekler, kalpler, kuşlar, çiçek motifleri arasında birer QR kod yer alıyor. Akıllı telefona bu kod okutturulduğunda www.anitsayac.com adresine yönlendiriliyoruz. 2008 ile 2013 arasında

Yazının Devamı