Bu hafta bir kitap sessiz sedasız yerini aldı vitrinlerde. İletişim Yayınları’ndan çıkan Sibel Hürtaş imzalı ‘Canına Tak Eden Kadınlar’. İçindeki kadınlar da öyle sessiz sedasız ama en çok da çaresiz. Onlar bizim “Cani eltiler kocasını, kayınpederini ve kayınvalidesini keserle doğradı” gibi haber başlıklarıyla gazetelerden okuduğumuz, kendilerini bu noktaya getiren psikolojileri ve hikâyeleri hakkında hiçbir şey bilmediğimiz kadınlar: Gülşen, Derya, Sultan, Sakine, Zehra, Nazenin, Canan, Demet...
Uzun yıllar adliye muhabirliği yapan gazeteci Sibel Hürtaş, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özlem Albayrak ve Psikolog Alp Ardıç, iki ay boyunca cezaevlerinde kocasını ya da sevgilisini öldürme suçundan hüküm giymiş 30 kadınla görüşmeler yapıyorlar. Daha sonra Hürtaş bu kadınların içinden sekiz tanesinin hikâyesini kaleme alıyor; her biri kitapla aynı adı taşıyan, canına tak etmiş kadınlar... Ortak özellikleri neredeyse hemen hepsinin ‘çocuk gelin’ denecek yaşta evlendirilmiş olması. “Yabancıya gitmesin” mantığıyla... Yine her biri şiddet gören kadınlar, fiziksel, psikolojik envai çeşit şiddet... Bu durumda ilk akıllarına gelen baba evlerine dönmek. Ama sonuç bildiğiniz gibi; koca evine gelinlikle girilir, kefenle çıkılır diyerek gerisin geri yollama. Ardından ikinci bir umut polise sığınmak... Oradan aldıkları cevap da yabancı değil: “Barışırsınız, evinize dönün”.
Tıpkı çıktıkları evde olduğu gibi döndükleri evlerde de süren şiddet, bu kez aileden, polisten yardım istedikleri için iki misli... Gerisi çaresizlik. Ve sonrası cinayet. Ölmemek için öldürmek, çocuklarını, insanlık onurlarını korumak için, canına tak ettiği bir anda. Kitapta cinayetlerin hiçbirinin planlı olmadığı yazıyor. Cinayet araçlarının da ekmek bıçağı, keser, tüfek, kömürlükte rastgele seçilen bir balyoz, piknik tüpü olduğu...
Bu kadınlarla ilgili Özlem Albayrak’ın çok çok çarpıcı bir tespiti var: “Eğitim düzeyleri ve iş yaşamında yer almamaları bu kadınları, toplumun en zayıf kesimi olarak ortaya çıkarıyor. Eğitim almayan, çalışmayan kadınlar, hayatlarının hiçbir aşamasına yön verme şansı bulamamışlar, ta ki öldürene kadar. Çoğunun hayatlarında kendi yaptıkları, hayatlarına yön veren ve sonucuna katlandıkları tek eylem, işledikleri cinayet.”
Çocuk denecek yaşta evlendirilip şiddete maruz kalmak, hayatı hakkında hiçbir tasarrufta bulunamamak, sürekli canından olma tehdidiyle yaşayıp o cana tak ettiği anda hayatlarının tek eylemi olan cinayete başvurmak, plansız, hesapsız. Ne denir ki?
Birini öldürmenin rasyonalize edilecek, onaylanacak tarafı yok elbet. Ama ‘cani’ yaftası yapıştırıp fazla üstünde durmadığımız bu kadınların, değme yazarların kurgulayamayacakları kadar hazin hikâyeleri var. Hürtaş’ın su gibi akan bir Türkçe ve sağlam bir psikolojik derinlikle öykülediği bu kadınları onaylamasak da anlamak mümkün. Yaşadıkları eziyetlerin içinde cinsellikle ilgili öyle ağır olanlar var ki, insan gözünün yaşını tutamıyor: Tecavüz, kocasının arkadaşlarına gecesi 15-20 TL’ye satılma, kocasının dışkısını yemek zorunda bırakılma, daha neler neler... Kendilerine cezai indirim sağlayacak bu eziyetleri mahkemede utandıkları için söyleyemeyip sessiz kaldıkları gerçeği ise dayanılır gibi değil.
Oysa aileleri ya da polis sahip çıksa hayatları bambaşka olabilir. Kitaptaki öyküler özellikle bu konuda farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Umarım hedefine ulaşır, umarım onlarla aynı kaderi bekleyen başka kadınlar hayatlarına yön vermek için cinayet dışındaki seçenekleri bulabilir... Tabii her gün bir kadın cinayetine uyandığımız Türkiye’de kocaları tarafından öldürülmezlerse...