SULTAN Abdülmecit sempozyumu yapılacak ya... Meslek büyüğümüz Hıfzı Topuz’un “ABDÜLMECİT-İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl-” adlı kitabın özel yeri var. (*)
Hıfzı Topuz, Abdülmecit’in oğlu Abdülhamit’in hayatında yediği ilk ve son dayağı anlatıyor.
Özetle yansıtayım:
Mısırlı hanım diye anılan Bezmara hanım Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İsmail Paşa ve eşi Zehra hanımın evlatlığıydı.
Eşinin ölümünden sonra Bezmara hanım İstanbul’a yerleşmişti.
Kocasından kalan servetiyle lüks bir yaşam içindedir.
O da kendi öz çocuğu gibi yetiştirdiği, çok iyi eğitim aldırdığı, piyano çalmayı öğrettiği Bezmican adlı bir kız çocuğunu evlat edinmiştir.
Bezmican’ın güzelliği dillere destandır. Bir davette Abdülmecit onu görünce âşık olur.
Öyle ki, sırf onu kollarının arasına alabilmek için nikâh kıymayı bile kabul eder.
Çünkü Mısırlı hanım, kızını saraya cariye vermeyi uygun görmemiş “nikâh” istemiştir.
Bezmican sarayın gerçek hâkimi gibidir. Astığı astık, kestiği kestik.
Abdülmecit’in oğullarından -sonraları ulu hakan mı, kanlı sultan mı tartışmalarının ekseni olacak- Abdülhamit, Bezmican’dan ilk günden itibaren hoşlanmaz ve bunu ona sık sık belli eder.
Bir gün Abdülhamit ters tavırlarından birinde ölçüyü iyiden iyiye kaçırmış olmalı ki, Bezmican yaratana sığınıp, şehzade Abdülhamit’in yanağına tokadı patlatır.
Olay, sarayda yankılanır.
“Şehzadeye tokat mı? Olur şey değil. Abdülmecit bunu Bezmican’ın yanına bırakmaz” fısıltıları dolaşır.
Abdülhamit ağlaya ağlaya tokat olayını babasına anlatır.
O akşam Abdülmecit, eşine “a Bezmi’ciğim Hamid’i niye dövdün? Yazık değil mi çocuğa? Kolunu da ısırmışsın, ne kadar üzülmüş, anlatamam” der.
Ve bakın ne olur...
Sevgili Bezmi’si “ya öyle mi? Şimdi o gününü görür” diye çıkıştıktan sonra, Abdülhamit efendiyi getirtir ve çocuğun yüzüne bağırır:
“Artık illallah. Seni önce dövmemiştim, ama şimdi döveceğim...”
Abdülhamit efendi bu sefer de babasının gözleri önünde analığından ciddi dayak yer.
İki gözü iki çeşme...
İşte “Ulu Hakan Abdülhamit Han” için olduğu kadar, adına sempozyum düzenlenen Sultan Abdülmecit’in kişilik analizi için de bir anekdot. (Sonraki yıllarda Abdülmecit kaprisleri nedeniyle iyice soğuduğu Bezmican’ı boşamıştır.)
VAY İBLİS VAY
ABDÜLMECİT döneminde saray bir müzik mabedi gibiydi.
İstanbul’da operalar Avrupa eserlerine perde açıyordu.
Örneğin, Verdi “Hernani” operasını 1844’te yazmıştı. 1846’da İstanbul’da sahneye konulmuştu. Verdi’nin “Otello”su da ilk kez Milano/Scala da perde açmış.
Sadece 1 yıl sonra İstanbullular tarafından izlenmişti.
Lizst önce sarayda sonra Büyükdere’deki Avrupa Oteli’nde konser vermişti.
Sarayda “Don İzzet Paşa” diye anılan Donizetti Muzukayı Hümayun’u yönetmenin yanı sıra bir konservatuar nüvesi sayılan Muzika Meşkhanesi’ni de kurmuştu.
Abdülmecit’in emriyle burada sayıları 60’ı bulan genç, piyano, yaylı ve nefesli sazlar eğitimi alıyorlardı.
Kadınlardan ve erkeklerden oluşan iki orkestra oluşmuştu.
Saraydaki gösterilerde danslar da izleniyordu.
Abdülmecit, Rossini’nin “Sevil Berberi”ne bayılırdı. Cuma namazına da Rossini’nin bir bestesinden alınmış vurgu temposu eşliğinde giderdi.
Türk musikisini de severdi.
Haftada iki kez musiki geceleri düzenlenirdi ama yabancılara bizimkiler hoş bakmazdı.
Hatta Hacı Arif Bey kırılmış ve sarayı “hacca gitmek” bahanesiyle terk etmişti.
Saraydaki müzik derslerinde, harem ağaları gözlemde bulunurlardı.
Birkaç dakikalığına dışarı çıkarlarsa, kızlar piyano hocası erkeklere yapmadıklarını bırakmazlardı.
Piyanonun altına girip hocanın ayakkabı bağlarını çözmek, “ya herif niye gözüme bakmıyorsun hiç” diye bağırmalar...
Çünkü erkek görmeyen bu kızlar sık sık müzik hocalarına âşık olurlardı.
Âşık olduklarıyla kalırlardı.
Ve bir de Karl Marx anısıyla noktalayalım.
Abdülmecit’in annesi Fransız kökenliydi.
Fransızca bilirdi.
“Debats” gazetesinde Avrupa’da sosyalizm akımını okur. Bir zamanlar Paris’te bulunmuş olan Selami efendiden bunu anlatmasını ister.
Karl Marx’ı öğrenir.
Onun bütün mal mülkiyetinin kaldırılması gerektiği fikrine fena halde sinirlenir.
Hegel’in bütün dinlere karşı çıkışı ve “din halkların afyonudur” sözüne “vay kâfir herif vay... Vay iblis vay” diye tepki verir.
Ama sefalete düşen Karl Marx’ın eşinin ve çocuklarının durumlarına da “vay zavallı vah vah” diyerek üzüntüsünü dile getirir ve de bozulur:
“Reşit Paşa bana bunlardan hiç bahsetmemişti...”
YILDIZ KÖŞKÜ’NDE CİNLER PERİLER
TOPUZ’UN kitap sayfalarını çevirirken biraz gülümseyelim...
Abdülmecit döneminden gülümseten bir anı daha:
Dolmabahçe Sarayı’ndan bir köprüyle yolun öte yanındaki bahçelere geçilirdi. Sonraları Abdülhamit’in saray olarak kullandığı Yıldız Köşkü’nü de içine alan bu bahçelere cariyeler, ikballer de güzel havalarda çıkarlardı.
Bir gün saraya henüz yeni gelmiş bir Gürcü kız bahçede kaybolur.
Korkar. Geceyi bir ağacın dallarında saklanarak geçirir.
Onu aramak üzere görevlendirilen kişi şöyle anlatır:
“Gece karanlığında koruda bir kız gördüm, ama o bir peri kızıydı. Uzun saçlıydı. Beni görünce yüzünü örttü ve haykırmaya başladı. Ben de korkup kaçtım. Ağaya haber verdim. Ağa da bahçeyi zaman zaman cinler, periler basar, benim de ödüm patlar dedi. Yanımıza bir arkadaş alıp birlikte gidelim...”
Olayı sonradan öğrenen Abdülmecit, kıza “bundan sonra senin adın Peri” der.
...................
(*)Remzi Kitabevi/Ağustos 2009