GÖRÜNÜŞÜ kadar gazeteciliği de heybetliydi Gökşin Sipahioğlu’nun.
Onu 1980’li yıllarda tanımıştım.
GÜNEŞ gazetesini çıkarmaya hazırlanıyordum.
Çok farklı ve büyük doğmasını istediğim bu gazete için meslekte iddialı olanlarla konuşuyor, görüş alıyordum.
Avrupa’nın en iyi ajansı SİPA’nın kurucusu, başkanı ve yöneticisiydi.
Paris’teki ofisinde buluştuk.
Bir pazar günüydü.
Girişte kapıcı, danışma masasında görevli yerleri boştu.
Koridorlar ve salonda da kimseciklerle karşılaşmadım.
Odasına girdiğimde Gökşin Sipahioğlu güzel fakat eskimiş bir masanın arkasında, derileri yer yer dökülmüş koltuğunda oturuyordu.
Yüzümdeki şaşırmışlık ifadesini okumuş olmalı ki durumu açıkladı:
“Cumartesi, pazar burası böyledir, ama ben mutlaka gelirim. Kimse olmamasına rağmen dünyayı izlerim, bir coğrafyanın karışacağı kokusunu alırsam açarım telefonumu uygun bir çalışma arkadaşımı gönderirim.”
Gökşin Sipahioğlu nasıl bir gazeteciydi diye sorabilecek olanlara “Pazar günü ofiste tek başına” adını koyduğum bu belgesel ilk fikri verir.
Gökşin Sipahioğlu Saint Joseph’i bitirdikten sonra gazeteciliğe geçti.
Hocası iyiydi; Ekspres gazetesini çıkarmakta olan Mithat Perin.
Referans olarak “Abdi İpekçi’nin de mürekkep kokusunu ilk kez o gazetede aldığını” belirteyim.
Basketbol da oynuyordu.
20 basket sahası olan Saint Joseph mezunu için sürpriz değil bu.
Çok uzun boyluydu.
Başarılıydı...
Kısa zamanda pırıltılarını kabul ettirdi ve genç yaşta Ekspres’in Yazı İşleri Müdürü oldu.
Beyoğlu yağmasına ve Rum azınlığın göç zorunda kalmasına neden olan 5-6 Eylül olayları, onun Ekspres’e attığı “Selanik’teki doğduğu ev bombalandı” manşeti üzerine patlamıştı.
Gökşin abi bizim mahallede “erken baskı” buluşunun sahibidir.
5 Eylül’de insanları sokağa döken Ekspres de bu duyarlı manşetle “erken baskı” olarak dağıtılmıştı.
Daha sonraları Sipahioğlu serbest muhabir ve Hürriyet muhabiri olarak da çalıştı.
Bana o pazar günü yaşamından kesitler anlatırken kendi söylemiyle omuzunda sadece fotoğraf makinesiyle Paris’e geldi.
“Picasso’nun Paris garına ayak bastığında sadece boyaları ve fırçaları vardı. Brel’in ise sadece gitarı” demiştim.
Güldü...
“r”leri “ğ”gibi telaffuz ettiği için “abağtıyosun” dedi.
Ama efsaneleştiğinin de farkındaydı.
Batılı gazetecilerin giremediği -o zamanlar kapalı kutu olan- Arnavutluk’a gitti, yaptığı çalışmalar dünya gazetelerinde yayımlandı.
1961’de “füze krizi” patlak vermişti.
Küba’ya giriş ve çıkışlar yasaklanmıştı.
Gökşin abi gemici pasaportuyla Küba’ya girmiş ve çektiği fotoğraflar dünya basınında ve manşetlerdeydi.
Kültür devrimi öncesinde Çin’e ilk giren Türk gazetecisi de oydu.
Fransa yönetimine karşı ayaklanan Cibuti’de başkaldıranlara ateş açan Fransız jandarmaları onun objektifinden dünyaya yansıdı.
Çekoslovakya’dan gelen kötü kokuları hassas gazeteci burnuyla koklamıştı.
Gitti...
Birkaç gün sonra Rusya tankları ilk özgürlük çiçeklerinin açmak üzere olduğu Çekoslovakya’ya girdi.
Komünizmin yumruğu halkı ezdi.
Çekoslovakya dramını dünya Gökşin Sipahioğlu’nun fotoğraflarından izledi.
Artık daha özgür bir çalışma ortamı istiyordu.
Kendi ajansı olan SİPA PRESS’i kurdu.
O pazar SİPA’nın ilk binasındaydık.
Daha sonraki yıllarda dostluğumuz sürdü.
Zaman zaman Paris’te buluşuyor, onun sevdiği yerlerde lezzet safarisine çıkıyorduk.
Bazen yanında sonradan eşi olan Amerikalı gazeteci Phyllis Springer’i de getirirdi.
Eşinin adının okunuşu “Filiz...”
Bu bir Türk adı diyecek oldum meğer Filiz’in ailesi Yunan kökenliymiş ve onların dilinde de aynı anlama geliyormuş.
Sonraları gene bir pazar günüydü.
SİPA’nın yeni ve görkemli binasına gittim.
Ortam farklıydı.
Bina büyük, çalışma masaları, oturma grupları şık ve pahalıydı.
Gökşin abinin geniş çalışma odası daha bir fiyakalıydı.
Ama...
SİPA’dan “ıssız adam” manzarası aynıydı.
Bomboş ofis odaları ve çalışma salonu...
Kimsecikler yok...
Ve...
Gökşin abi gene odasında tek başına.
Beni keyifle dolaştırdı.
Ajans artık büyük sanayi kurumlarının fotoğraf işlerini de almaktaydı.
Yeni teknoloji kullanılarak günde 4 bin fotoğraf yüklüyor ve servise koyuyordu.
Bu ticari gelirlerle SİPA’nın gazetecilik çalışmaları da finanse edilmiş oluyordu.
Bana “Apple’ın sahibinin SİPA için 40 milyon dolar teklifini hiç düşünmeden geri çevirdiğini” söyledi.
“40 milyon dolar büyük para, neden kabul etmedin” diye sordum.
Bir süre gülümseyerek yüzüme baktı ve bakın cevabı ne oldu:
“O milyonlarla ne yapacağım? Ben bu işi yaparken mutlu oluyorum.”
İlerleyen yıllarda bazı zorluklar yaşadı.
Devleti ortak aldı, işin tadı kaçtı. O özgür doğa irade paylaşımını taşıyamazdı.
Sonunda SİPA’yı bir Fransız grubuna sattı.
En son İstanbul’da açtığı fotoğraf sergisinde görüştük.
Ayaküstü gene “Türkiye’deki gazeteciliği” eleştirdi.
“Hep laf, hep aynı satırlar. Ben Kürt meselesini ciltlerle kitaba bedel birkaç fotoğrafla anlatacak gazetecilik istiyorum” demişti.
Üzerine ışık yağsın...
........................
Başbakan Sayın Erdoğan annesi Tenzile Erdoğan’ı kaybetti. Acısı büyüktür.
Merhumeye rahmet, Erdoğan ailesine başsağlığı diliyorum.