Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

MARULA ilk sevgilimin adıydı. Küçüksu’da yazlıktaydık.
Yanımızdaki evin bahçesinde gördüğüm an kalbim Harley Davidson motosiklet temposunda gümbür gümbür çarpmıştı. İkimiz de henüz ilkokuldaydık.
Hemen arkadaş olduk.
O yıllar Küçüksu sırtları erik ağaçlarıyla doluydu.
Arkadaşlarla “erik savaşları” yapardık.
Marula’yı karşı grubun fırlattığı eriklerden korumaya çalışırdım.
O yüzden suratımda herkesten çok erik isabeti alırdım.
Onun Rum olduğu hiç aklıma gelmemişti.
Daha doğrusu böyle bir ayırımcılığa koşullanmış değildi beyinlerimiz.
Arkadaşlarımız arasında Yahudiler, Ermeniler de vardı.
Ama ben onlar için “Türk” onlar benim için “Rum, Ermeni, Yahudi” değildik.
Sadece mahalleli arkadaşlardık.
Etnik kökenlerimiz kimimizin sarışın, kimilerimizin esmer ya da kumral olmaları kadar doğaldı.
Gerçi dönemin İstanbul’unda Ermeniler çoğunlukla Kınalıada’da, Rumlar Burgazada’da, Yahudiler Heybeliada’da yazlıklara çıkarlardı ama bu “gruplaşmalar” diye algılanmazdı, paletteki renklerdi.
Onların mutfak lezzetlerini yansıtan lokantalarına, meyhanelerine gidilirdi.
Sadece adalar değil elbet...
Kalamış’ta Todori’nin yeri, Moda’da Yorgo böyle mekânlardı.
Ayrıca...
Galiba ekonomik statünün de gereğiydi, özellikle adaların paylaşılması.
Büyük burjuva Türkler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar Büyükada’da harmanlanmıştı.
Tarabya, Suadiye, Moda gibi gözde semtler de öyle.
Çocukluktan başlayan bu kültür sonraki yaşlarımda devam etti.
Delikanlılık çağımızda ve daha ileri yaşlarda etnik ve dini kökeni farklı olan ama hepimiz kadar Türk, hepimiz kadar Galatasaraylı, Fenerbahçeli, Beşiktaşlı dostlarım oldu.
Ne yazık ki “6-7 Eylül” yağmasından sonra Rumların çoğu Yunanistan’a göçmek zorunda kaldılar.
Kalanların da büyük kısmı 1960’tan sonra Kıbrıs krizlerinde Türkiye’den koptular.
Atina’da kendi aralarında bir semt oluşturdular.
Onlarla konuşmalarımızda “buradakiler de bizi kabullenmediler, Türko diyorlar” yakınmalarını hatırlıyorum.
Gazeteciliğimin ilk yıllarında bir yandan da Hukuk Fakültesi’nde okuyordum.
Kıbrıs bunalımının “tavan” yaptığı sıralarda bana dönemin Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’le konuşmak ve bir Kıbrıs yazısı görevi verilmişti.
Erkin beni Dışişleri konutunda kabul etti.
Kıbrıs Rumlarına ve Atina’ya verdi veriştirdi.
“Türkiye’deki Rumların da Yunanistan’a gitmelerini zorlamak gerektiğini” söyledi.
Zaten Ankara’daki hükümetin yaptığı bu değil miydi?
Konuşmamız bittikten sonra konutun (o zamanki adıyla Hariciye Köşkü’nün) “Limonluk” diye adlandırılan camlarla kaplı kış bahçesine davet etti.
“Birer viski içelim” dedi ve sözün devamını şöyle getirdi:
“Şimdiye kadar resmi devlet politikasını anlattım. Bir de kişisel görüşümü dinleyin...”
Hukuk 2’nci sınıfta ve çiçeği burnunda gazeteci bana yapılmış büyük iltifattı bu davet.
Söylemi hâlâ kulaklarımda:
“Genç adam, Rumları göndermek doğru politika değil. Bu ülkede ne kadar çok farklı etnik ve dini vatandaş olursa dünyada o kadar yaygın avukatlarımız olur. Onların sınırlarımız dışındaki akrabaları Türkiye’ye zarar gelmemesi için çaba gösterir. Ayrıca hislerimi de açayım. Bir ada vapuruna bindiğinde eğer Rumca sesler yoksa, Ermeni ve Yahudi lehçesiyle konuşmalar kulağa gelmiyorsa İstanbul yavanlaşır. Mesela Semerkant gibi bir şehir olur.
Sizin nesil bunu engellemeli.
İstanbul’un cıvıl cıvıl renklerini korumalı.”
..................
Fransa’da Ermeni Soykırımı iddialarını kanun haline getiren metnin bugün oylanacak olması bana zaman tünelinde yolculuk yaptırdı.
Çocukluk aşkım, ilk sevgilim Marula’dan başlayarak bu topraklarda yaşanan ortak kültür notlarını yazdım. Sonra da Fransa’da yapılacak oylamada “haksızlığın, yanlışlığın” yasayla dayatılarak meşru hale getirilmesini, Fransız halkını düşündüm.
Belki de kendi seçilmişlerinin kabul ettikleri bu yasanın “doğru olduğuna” inanacaklar.
Bizi, Türkiye gerçeğindeki etnik ve dini “güzel harmanı” bilmiyorlar ki...
Bilemezler.
Özellikle 20’nci yüzyılın başlarında, o savaşlar ortamında “ortak acılar” yaşadık.
Bu ülkeyi paylaşan devletler yaraları kanatmak için tezgâhlar kurdu.
Ama...
Aramıza “nefret” girmedi.
“Fay hatları, kırılmalar” olmadı.
Acıları içimizde büyüterek sonraki nesillere devretmedik.
“Ötekileştirme” yapmadık.
Öyle olsaydı, evde geçişten izleri derinleştiren konuşmalarla dolsaydı kulaklarımız Marula’yla birbirimize nasıl âşık olurduk.