Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

GAZETEM “Milliyet”in dünkü manşeti “İstanbul’da Sıkıyönetim...”
Bu manşet beni 1980’li ilk yıllara götürdü.
İstanbul Sıkı Yönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ 1 Mayıs’ta “dışarı çıkma yasağı” ilan etmişti.
Bunu tebliğ etmek için İstanbul’daki büyük gazetelerin genel yayın yönetmenlerini Selimiye’deki 1’inci Ordu Komutanlığı’na çağırmıştı.
Onu dinlerken garip bir görüntü dikkatimi çekmişti.
İki bacağını çapraz yapmıştı.
Elleri dizlerindeydi ve işaret parmaklarıyla diz kapaklarına bastırıyordu.
Evet...
Gerçekten...
İlginç bir görüntüydü.
O gün anlamamıştım.
Yıllar sonra öğrendim.
Japonların bir “kalkan duruşunu” uyguluyormuş.
Karşısındakilerden “etkilenmemek” için bir beden tavrıymış.
Karşıdan gelen “negatif elektrik dalgalarına” karşı, duvarmış.
.....................
O yıllarda Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da kan gövdeyi götürüyordu.
Güneş battıktan sonra herkes evlerine çekiliyordu.
Dışarıdan silah sesleri duyuluyordu.
“Dehşet ürpertilerinin kol gezdiği” yıllardı.
Gazete birinci sayfalarında artık “falanca öldürüldü” gibi manşetler -çok ünlü biri olmadıkça- istatistik rakamlardı.
Tek sütunluk habere dönüşmüştü:
“Dün ...... kişi terörden yaşamını yitirdi” gibi başlıklara düşmüştü.
“.......” içinde rakam olurdu.
.....................
Sıkıyönetimin “sokağa çıkma yasağı” çok sevimsiz ve itici görünüyor ama İstanbullular için gerçekten “iyi haberdi!”
O gün aileler bir gece evvelden mutfağa gelip yemekler hazırladılar. “Eş-dost, konu-komşu” hep birlikte öğle yemeğinde bir araya geldiler.
Bir gün sonra gazetelerin birinci sayfasında “terör şu kadar sayıda can aldı” gibi bir başlık yoktu.
İnsanların “önce can sağlığı” doğal içgüdüsünün birebir yaşanmış örneğine -kesin- teşhis koyduğum bir gündü.
İnsanlığın genlerinde 2 yaratılıştan gelen güdüm var.
“1- Hayatta kalmak.
2- Üreyerek insan neslini devam ettirmek.”
Sosyal ve siyasal rüzgarlar nereden eserse essin bu “yaratılışı temsil eden” katılımlar sürüyor.
.......................
Dün İstanbul’da gene “1 Mayıs” inatlaşmasına tanık olduk.
İşçi sendikaları “illa Taksim Meydanı” ısrarındaydı.
Devlet ise “hayır” diye dayatıyordu.
Fiili olarak Org. Necdet Üruğ bir tür sıkı yönetim kararıyla “sokağa çıkma yasağı” değilse bile ona yakın “türevini yaşadık.”
Doğrusu...
Ne “ısrarı” anlayabildim, ne de “yasağı...”
Güzelim 1 Mayıs “ne bayram oldu, ne seyran!”
Barikatlar, çöp sandıklarının devrilmesi, işyerlerinin kırılan camları, biber gazı, kepçeli iş makinesi gibi çalışan polis araçları, boyalı sular püskürten polis arazözleri...
Ve daha neler...
Manavlarda limon satışları patladı.
“Biber gazına karşı iyiymiş...”
Ama...
Kimse limonun nasıl kullanılacağını bilmiyordu.
.......................
Sokağa çıkmadan önce TV’den diğer ülkelerde neler oluyor diye baktım.
Ekranda en çok ve en uzun gösterilen kent İstanbul. Diğer ülkeler “süt liman...”
Peki...
Ya Türkiye’de durum ne?
İstanbul karışırken Diyarbakır “mis...”
Oysa...
Özellikle “Bağlar” diye başlayan kanlı olayların coğrafyasına odaklı haberler yerine Diyarbakır gayet keyifli.
Güneşli havada gülümseyen “1 Mayıs” şenlikleri...
İzmir’de, Ankara’da da -şu satırlar yazılırken- “çıt” yoktu.
.......................
İstanbul yaşamın tadını çıkaran, en yoksulunun bile balık tutup, kıyıda yaktığı ateşte keyif yapan insanlarıyla pozitif enerji yüklü şehirdir.
İstanbullu “mazoşist” değildir.
Kendine eziyet etmez ama neden eziyet çekmeye itilir?
Bir önceki 1 Mayıs nasıl da güzel kutlanmıştı.
Kim neyi, kime kanıtlayıp da rantını almak uğruna bu güzelim şehrin insanlarına bu eziyeti çektiriyor?