Başıma gelenlerden utandığımdan kimseye söz etmiyordum ama, bu şartlarda anlatmak "vacip" oldu. 159 denilen şeyin bırakınız yeni halini, eski halinin ne olduğunu "damdan düşen" biri olarak, sayın okuyucularıma anlatacağım.
Bu sütunda 3 Nisan 2000’nde yayımlanan yazım "İstikrar avukatları düzenin bekçileri" başlığını taşıyordu. Bu yazı üzerine Genelkurmay Başkanlığı’nın talebi Adalet Bakanlığı’nın talimatı ile cumhuriyet savcısı, "Devletin askeri kuvvetlerini neşren tahkir ve tezyif etmek" suçlamasıyla, Türk Ceza Kanunu’nun 159/1 maddesine dayanarak Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakkımda dava açtı.
Yazımın davaya neden olan bölümünde şunlar vardı: "İstikrar avukatlarının korumak istedikleri düzen, Türk halkına refah getiren, Türkiye’yi çağdaş yaşam çizgisine yaklaştıran bir düzen mi? Yoksa bu düzen sadece ve sadece ‘dar çevre’ için çalışan, sadece ‘dar çevre’yi iktidar edip ‘besleyen’ bir düzen mi?.. Bugüne kadar ‘dar çevre’ her şeye hakim oldu. Her şeyi ‘kontrol’ etti. Bu dar ‘çevre politikacılar, askerler, bürokratlar ve büyük sanayicilerden oluşuyor.’ Dar çevre ‘hakim sınıf’ konumunu kaybetmemek için çaba gösteriyor. Değişim olacak ise kendi hakimiyetlerini sürdürecek şartlar altında bir değişimi bekliyor."
Bu ifadeler nedeniyle 159’uncu maddeye dayalı olarak bir yıldan altı yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılmam isteniyordu.
Mahkeme nedir bilmezdim
Ben İstiklal Savaşı’nda Mustafa Kemal’in yanında savaşmış bir askerin çocuğuyum. Babamın istiklal madalyasını taşımak onuruna sahibim. Bu davaya kadar mahkeme nedir bilmezdim... Hayatım altüst oldu. Yazdığım her yazıdan kuşku duyuyorum. Asker, ordu, savunma gibi konulara değinmek korku vermeye başladı. Yurtdışındaki toplantılara çağırıyorlar. "Acaba yurtdışına çıkışım yasaklanır mı? Çıksam kaçtı derler mi?" diyerek çekiniyorum. Dava günü geldi. Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşma başladı. Ben parmaklıkların arkasında sanık sandalyesine oturdum. Savcının mütalaası soruldu. Savcı Sayın Mustafa Beyarslan’ın mütalaasını sizlere zabıttan aynen aktarıyorum:
"Yazının, Türkiye’nin nasıl bir oluşum içinde olduğunu ve bu oluşumun ülke yararına nasıl bir darbe indirdiğini, bunun sorumluluk alanının herkese şamil olduğunu, ancak gidişin önlenmesi bakımından da yazarın sözünü ettiği ‘dar çevre’ kavramının kırılması gerektiği yönünü açıklıkla kamuoyuna sergilediği görülmektedir. Yazar, toplumun güvenliğe kavuşması, devletten istenen sosyal devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi konusunda kendisinden bekleneni yapmıştır. Herhangi bir makam, mevki peşinde koşmayan yazarın yanlış gidişe düşünceleriyle karşı koyan bir yazı sergilediği görülmektedir. Beraat kararı verilmesi mütalaa olunur."
Savcının söylediklerini algıladığımda gözümden yaşlar süzülmeye başladı. Hele mahkeme heyeti başkanı "Düşünce açıklama özgürlüğü çerçevesinde yorum, değerlendirme, eleştiri ve iyileştirme dilek ve önerilerini içeren dava konusu yazıda iddia edilen suçun unsurlarının bulunmadığı sonuç ve kanaatine varıldığından sanığın beraatine" diyerek kararı açıkladığında kontrolümü büsbütün kaybettim. Nasıl teşekkür ederek salondan çıktığımı hatırlamıyorum.
Ama beraatime bile sevinemedim... Hala bu davanın etkisi altındayım. Bugün bunları neden yazıyorum?.. Çünkü sayın okuyucularım, sayın halkım bugünlerde tartışılan 312’nin, 159’un ne olduğunu bilmiyor. Bu maddelerin getirdiği yasakların halkımızın ve ülkemizin daha iyi günlere kavuşmasını nasıl geciktireceğini anlamıyor. "159’dan mahkemeye gittim, beraat ettim. 159 bana işlemez" diyemem. Bu tamamen sübjektif bir iş. Testiyi kırınca cezayı verirsin. Delil testinin kırılmasıdır. İyi de testiyi kırmayınız diyerek uyarı yapanı "Senin amacın testinin kırılması" diyerek cezalandırmaya kalkarlar ise neyi ispat edebilirsiniz ki?