İŞ hayatı, bir denize benzer. Denize açılmayı göze alan, denizin bazı günler sakin, bazı günler dalgalı olacağını bilir.
Göcek koylarında yaz aylarında kıyı kıyı sandal sefası yapmayı herkes becerir. Esas beceri, dalgalı denizde gemiyi yüzdürmektir.
Durgun havada, kaptanlıklarını öve öve bitiremeyenlerin, hava biraz bozulup, denizde dalgalar yükselmeye başlayınca "- Devlet baba, kurtar bizi... Batıyoruz. Biz bu gemiyi yürütemiyoruz... Devlet Baba yardım etmez ise bu gemi batar..." diye ağlaşmaları Türkiye'ye özgü bir iştir.
Deniz sütliman iken, işler iyi giderken, şirketler tıkır tıkır kar ederken, "- Ey devlet... Gölge etme başka ihsan istemeyiz... Ankara olmasa işler daha iyi yürür. Ankara iş aleminin gerisinde... Bürokrasi geminin hızını kesiyor..." şeklinde atıp tutanların, deniz dalganır dalgalanmaz, söylediklerini unutarak, ümitlerini ve kurtuluşu Ankara'ya bağlamaları büyük bir çelişkidir.
- Yeteneği ve bilgisi olmadan, geminin dümenine geçenin hiç mi suçu yok?
- Çürük tekne ile denize açılanın hiç mi suçu yok?
- Teknesine, taşıyabileceği yükün üzerinde yük bindirenin hiç mi suçu yok?
- Taka ile Atlantik geçmeye kalkanın hiç mi suçu yok.
- Ucuz olsun diye iş bilmeyenleri gemiye dolduran kaptanın hiç mi suçu yok?
Şimdi denilebilir ki, "Efendim, fırtına çıkmasa, deniz kabarmasa idi bu gemi yürürdü..." Tekrar hatırlatmakta yarar var: "Fırtınasız deniz, krizsiz iş hayatı olmaz."
Krizlerde "Devlet baba, kurtar bizi" sendromunun ortaya çıkması sonucu beceriksiz kaptanlar başlıyor konuşmaya:
- Anahtarları götürüp, Ankara'ya teslim ederiz ha...
- İşçileri işten atarız ha...
Bu tip konuşmalar ciddi işadamlarına yakışmaz. Buna Batı ülkelerinde "şantaj" denilir.
Bugüne kadar firmasının, bankasının içini boşaltıp kaçan birkaç kötü niyetli işadamı dışında anahtarını Ankara'ya teslim eden olmadı. İçi dolu firmanın, bankanın anahtarını kimse devlete teslim etmez...
Krizi bahane ederek, kıdemli işçilerini atıp, onların yerine asgari ücretli ucuz işçi almak ise çok ucuz bir "ayak oyunu"dur.
Şimdilerde ABD'de yaşayan Salih Memecan'ın New York'ta çizip Türkiye'ye gönderdiği bir karikatür ilgi çekici idi. Birinci bölümde bir Japon işadamı resmedilmişti. Japon işadamı kriz karşısında paniğe kapılınca, binanın tepesine çıkıyor. Kendisini tepen aşağı atıyordu. İkinci bölümde bir Türk işadamı kriz paniğinde binanın tepesine çıkıyor. Sağına soluna, aşağı yukarı bakıyor. Sonra arkasına dönüyor. Arkada duran bir işçiyi kolundan tuttuğu gibi aşağı atıyordu.
İşçi üretimin dört temel faktöründen biridir. Üretimin dört temel faktörü (1) Doğa, (2) Emek / işçi, (3) Sermaye, (4) Müteşebbistir. Bu dört faktör bir arada olmaz ise, üretim olmaz. Üretim yürümez.
Devamlı olarak Devlet Baba'dan bir şey isteyen "- Ucuz kredi ver, ucuz elektrik ver, bedava pamuk ver, arsa ver, teşvik ver... Onu ver... Bunu ver... Az verdin... Yetmez... Daha da ver... Vermezsen işçiyi atarım. Fabrikayı kaparım..." şeklinde devamlı konuşan işadamları bir müddet sonra Ankara'da "sağırlık" yaratacak. Halkta "tepki" doğuracak. Haklı şikayetler, doğru istekler bile karşılık görmeyecek.
Doğrudur. Şu anda bir kriz var... Ama bu krizden her işadamı, her firma, her sektör aynı biçimde etkilenmedi. Etkilenmiyor. Neden bu böyle acaba: Bu farklılık krizden canlarının yandığını söyleyen, işadamlarının neden bir "vicdan muhasebesi" yapmalarına yol açmıyor?.. Neden kendi kendilerine sormuyorlar: "- Acaba bizim hiç mi hatamız yok? Acaba hatalarımızı devlete ödetmeye hakkımız var mı?" diye düşünmüyorlar...
Yazara E-Posta: g.uras@milliyet.com.tr
Özay Şendir
Netanyahu için sonun başlangıcı…
18 Mayıs 2025
Abbas Güçlü
Eğitim vezir de eder rezil de!..
18 Mayıs 2025
Zeynep Aktaş
Toparlanmanın devamı gelir mi?
18 Mayıs 2025
Ali Eyüboğlu
Hande Subaşı: Modellikten geliyorum, ama modayı hiç takip etmiyorum
18 Mayıs 2025
Güldener Sonumut
Yunanistan’ı anlamama sendromu
18 Mayıs 2025