Çözümü, Kenya’da uygulanan yasaklarda mı yoksa herkesin kendi zabıtası olmasında mı ya da gereksiz tüketimin azaltılmasında mı aramalıyız?
Koranavirüs karantinasının sona erdiği ilk hafta sonu her yanı çöpe buladık. Orman, park, sahil, deniz... İnsanın ayak bastığı her yerde manzara içler acısıydı. Oysa ne kadar çok sevmiştik insansız doğayı. Kuş seslerini, Boğaz’da dans eden yunusları, parklarda otlayan keçileri… Şimdi hepsi geride kaldı. Artık, yemek artıkları, boş şişeler, plastik atıklar, gıda ambalajları ve tabii ki maske ile eldiven çöpleri var gözümüzün değdiği her yerde.
Peki, neden bu kadar hoyratız çevreye karşı? Yanıtı Çöpüne Sahip Çık Vakfı’nın geçen yıl yaptığı araştırmada saklı. O araştırmaya göre halkımız çöpe, “Attığımda belediye alıyor ya da temizliyorsa çöp sorunu yoktur” diye bakıyor. Maalesef insanların büyük bölümü, toplanan çöplerin nereye gittiği, nasıl yok olduğu, geri dönüşüp dönüşmediğiyle
Karantina ve hastalık korkusunun insanları yeni arayışlara ittiği bir süreci yaşıyoruz. Normale dönüşle birlikte çapayı, küreği bırakıp, “Kırsal bana göre değilmiş” diyenler olacaktır. Ama köye gitmeyi kafaya koyduysanız bu yazı tam size göre
Koronavirüs salgını köye dönüş eğilimini başlattı. Şehirden kaçıp, kırda yeni bir yaşam kurmanın yolunu arayanların sayısı her geçen gün artıyor. Bu kervana katılanlar arasında ünlü isimler de var. Salgın süreci biraz daha uzasa Muğla’nın köyleri Cihangir’e dönecek gibi. Tabii bu geçici bir heves de olabilir.
Önce sizi Melih Aşanlı’yla tanıştırayım: Köyde yaşam kurmanın, kırsala adapte olmanın, ekip biçip yiyip içmenin yollarını o anlatacak çünkü. Aşanlı, 10 yıl önce köye göçmüş. Eşi Kübra’yla birlikte Kadıköy’den Bayramiç’in bir köyüne taşınmışlar. İkisi de tasarımcı. Bayramiç’te 8 dönümlük alanda kendi tasarladıkları bir çiftlikte yaşıyorlar. Bir yandan
Bayramda bir anda çilek konuşur olduk. Tuzlu suda bekletilen çileklerin içinden böcek çıkma videosu iştahımızı epey kaçırdı. Görüntüleri izleyenler evdeki çileklere iğrenerek bakar oldu. Bazıları da dolaptaki çilekleri tuzlu suya koyarak dakikalarca içinden böcek çıkmasını bekledi. Sonunda bu videonun da kurgu olduğu anlaşıldı.
Aslında çilekte böcek gibi minik canlıların bulunması o kadar da kötü bir şey değil. Hatta meyvenin sağlıklı olduğunun bir emaresi olarak görebiliriz. Elbette, böcekli ya da kurtlu yiyelim demiyorum. Ancak o böceğin hiç olmaması pahasına meyvelere sıkılan zehirlerin farkına varalım. Sonuçta çilek, böğürtlen, dut gibi meyveler yıkanarak tüketiliyor. Yıkama esnasında da varsa irili ufaklı birçok zararlı uzaklaştırılıyor. Ama böcek öldürücü kimyasal varsa meyvede sabaha kadar da yıkasak nafile! Çünkü kimyasal, meyvenin tüm dokularına işliyor. Öyle tuzlu suya atarak da anlayamıyoruz zehir bulaşıp bulaşmadığını! Ama şunu biliyoruz ki,
Çiftçiler salgında önemli bir sınav verdiler ve koronavirüse rağmen toprağı tohumsuz bırakmayarak hayati bir rol üstlendiler. Şimdi öncelik, yerli üreticinin desteklenmesi olmalı.
Şu an Türkiye’de kuru fasulye tohumu üreten yok. Kuru fasulye tohumlarını Kanada’dan ithal ediyoruz. İşin garibi, biz burada onların fasulye çeşidini ekip tüketirken, Kanadalılar ise Anadolu’nun lezzetli kuru fasulye çeşitlerini götürüp ülkelerinde yetiştiriyor!” Bu ifadeler, Türk tohumculuğunun çatı kuruluşu Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) Başkanı Savaş Akcan’a ait. İnsan inanmakta zorlanıyor değil mi? Meğer milli yemeğimiz pek de “milli” değilmiş.
Aslında Akcan’ı, 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü dolayısıyla aramıştım. Çiftçiler, salgında önemli bir sınav verdiler. Koronavirüse rağmen toprağı tohumsuz bırakmayarak hayati bir rol üstlendiler. Oysaki herkesin aklında, “Gıda krizi
Bu sıkıntılı günlerde balkonların, hava almaktan, ferahlamaktan öte bir işlevini daha keşfettik: Küçük çapta sebze yetiştirmek!Koronavirüs salgını, iki şeyin hayatımızda ne denli önemli olduğunu gösterdi: Gıda ve balkon! Öyle ya, yaklaşık iki aydır başlıca kaygımız, gıda sıkıntısı yaşamak. O yüzden her şeyi stoklu alıyoruz. Marketlerde bazı raflar daha dolar dolmaz boşalıyor. Haliyle birçok kişi, sebze, meyvesini yetiştirmeye kafa yoruyor bu süreçte. Onların imdadına da balkonlar yetişiyor. Karantina günlerinin en popüler mekanı balkonlar; şehirde tarım için biçilmiş kaftan. Günlük hayatta tükettiğimiz domatesten bibere, sarımsaktan rokaya birçok sebzeyi balkonda yetiştirmek mümkün. Hatta bu mevsim tam da dönemi!
Peki, ne ekelim? Balkonumuz az güneş alıyorsa en uygun sebze hangisi olur? Hangi tohum ne kadar sürede ürün verir, toprağın derinliği ne kadar olmalı? Gelin bu sorulara yanıt için, şehirde besin değeri yüksek gıda yetiştiriciliği eğitimleri veren Orman6 ekibinden Burcu Arıkan’a kulak verelim. Ekibin
Birçok kişinin dokunmaktan çekindiği yosun, yakın gelecekte gezegenin ilacı olabilir. Oksijen kaynağı, karbondioksiti çekiyor; yosundan hayvan yemi, biyogübre, biyodizel ve biyojet yakıtı üretilebiliyor; Omega 3-6 kaynağı, bazı türleri yüzde 75 oranında protein içeriyor
Sarsıcı bir salgın deneyimi yaşıyoruz. Yaşamlarımız, önceliklerimiz, beklentilerimiz, hiç hesapta olmayan bir virüsle baştan aşağı değişti. Artık dünya, bildiğimiz o eski küre değil. Doğrudan ya da dolaylı sebep olduğumuz değişimler, acı bir fatura koydu önümüze. Ve biliyoruz ki, doğal dengeyi önemsemeden yaşamayı sürdürürsek o fatura iyice kabaracak. Tek kurtuluşumuz; bugünden yarına doğayla barışık bir yaşamı tasarlamak.
Bu pandemiden temiz bir dünya ütopyasıyla sıyrılabilmek mümkün mü? Belki bu salgın, yaşadıklarımızdan ders çıkarıp, korona sonrası dünyaya dair kararlar almamızı sağlar. Ya da bir uyanışa vesile olurKoronavirüs yaşamı durdurunca, gezegen soluklanma fırsatı buldu. Hava temizlendi, karbon emisyonları azaldı, hayvan ve bitki habitatı rahatladı. Yaşanan iyileşme, uzay fotoğraflarına bile yansıdı. Kentlerin üzerini kaplayan o kahverengi pus yavaş yavaş silindi. Artık İstanbul’un ilçelerinden Uludağ’ın zirvesini izlemek dahi mümkün. Ulusal Hava Kalite İzleme Ağı’nda da kirli havayı gösteren “kırmızı renkli” bölgeler günbegün yeşile dönüyor.
Ancak diğer yandan milyonlarca insan işini, evini kaybediyor. Hastanelerde de büyük dram yaşanıyor. Böylesi bir durumda doğa kendini yeniliyor diye sevinmek, pek de sağlıklı bir ruh hali değil. “Bak işte doğa intikamını alıyor” basitliğinden kurtulup, insan ve doğanın birlikte var olabildiği seçeneklere odaklanma zamanı. Belki bu salgın, yaşadıklarımızdan ders çıkarıp, korona sonrası
Evde kal sloganına uyanlar çoğalınca ve hafta sonu sokağa çıkmayınca onları daha iyi duyar olduk; hatta bazıları yeniden doğada görülmeye başladı, kanat çırpışlarının sesini bile duyduk ve “Oh! Şehirde kuşlar varmış” dedik sevinçle.Meğer İstanbul’da ne çok kuş varmış. Hafta sonu sokağa çıkma yasağı olmasa bu derece farkına varamayacaktık. Evde sıkılıp, başımızı pencereden her uzattığımızda, minik canlıların muazzam müziği çalındı kulağımıza. Araba ve korna sesleri olmayınca, ilk kez bu kadar net duyduk onları. Şehirde de doğal bir yaşamın süregittiğine tanıklık ettik. Daha da edeceğiz gibi.
Peki, neydi duyduğumuz? Pencere kenarında kitap okurken kulağımıza çalınan o sesler kime aitti? Ekolog ve kuş gözlemcisi Kerem Ali Boyla’ya göre kimimiz büyük baştankarayı duyduk, kimimiz karabaşlı ötleğeni. Zaten kumru ve serçeye aşinaydık. Şimdi bülbül ve saksağanlar da katıldı o koroya. Hatta Şişli ve Beşiktaş’ta ağaçkakan duyanlar bile olmuş Boyla’nın anlattığına göre, “Etiler’den ağaçkakan ses kaydı geldi kuş