Ekosistemin en önemli parçası hayvanlar. Yaşam döngüsünün gönüllü çalışanları onlar. Gıdayı da onlara borçluyuz, yaşamın devamlılığını da. Bu muazzam düzene de hep arılar örnek gösterilir. Einstein’ın ‘Arılar yok olursa yaşam da yok olur’ teorisi mutlaka kulağınıza çalınmıştır. Bitkilerin döllenmesinde arıların rolü tartışılmaz. O nedenle arı popülasyonundaki azalma hep korkutmuştur insanoğlunu.
Yaşam, türlerin birbiriyle olan ilişkisi üzerinden sürüyor. Yarasalar, biz uyurken zararlı böcekleri yiyor, planktonlar nefes alabilmemiz için oksijen üretiyor. Biz insanlar ise türlü eziyetler üretiyoruz onlara. Özellikle bu coğrafyada nüfusun önemli bir bölümünün hayvanlarla ilişkisi sorunlu. Kötü muamele, eziyet, işkence vakalarından geçilmiyor ne yazık ki bu topraklarda. Sadece son iki haftaya bakın; Manisa’da bir köpek bacağından iple bağlanarak sürüklenerek öldürüldü. İzmir’de bir köpeğe acı biber ve sakızla işkence yapıldı. Giresun’da telle bağlanarak işkenceye uğrayan bir köpek AKUT ekiplerince kurtarıldı. Sakarya’da 17 yaşındaki bir genç kız, bir kedinin gözlerini oyarak sosyal medyada yayınladı. Afyon’da bir eşek makatına boru sokularak öldürüldü.
Kabahat!
Bayram günü keyfinizi daha
Bit ve pire öldürmek için kullanılan fipronil’e yumurtalarda rastlanması Avrupa’da bir krize yol açtı. Bizde ise akıllara gelen soru şu: Aynı böcek ilacı Türkiye’deki kümeslerde de kullanılıyor olabilir mi?
Avrupa’da yumurta krizi yaşanıyor. Nedeni, yumurtalarda “fipronil”e rastlanması. Fipronil, bit ve pire öldürmek için kullanılan kimyasal bir zehir. Yumurtaya nasıl bulaştığı ise soru işareti. Anlaşılan kedi ve köpeklerde kullanılan haşere ilaçları, tavuk kümeslerine de girmiş.
Dünya Sağlık Örgütü’nün “orta ölçekte zehir” olarak tanımladığı fipronilin böbrek, karaciğer ve tiroit bezlerine ciddi oranda zarar verdiği biliniyor. Avrupa diken üstünde. Milyonlarca yumurtayla tavuk itlaf edilmiş durumda. Çok sayıda çiftlik bir daha açılmamak üzere kapatıldı.
Peki, Türkiye bu krizin neresinde? Çünkü fipronil krizi sadece Avrupa’yla sınırlı kalmadı. Güney Kore ve Tayvan’da da ilaç kalıntılı ürünler saptandı. Akıllara gelen soru şu: Aynı böcek ilacı Türkiye’deki kümeslerde de kullanılıyor olabilir mi? Bunu, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı da araştırma gereği duydu ve Türkiye’deki yumurtalarda fipronil olup olmadığının tespit edilmesi için laboratuvarlarda analiz çalışması yaptırdı.
Kaç
Kaynakları sömürmeden devamlılığı sağlayacak yöntemlerle hasat yapabilmek günümüzün en önemli sorunu. Bunu deneyimleyen oluşumlardan biri, Hopa Çay markasıyla yola çıkan Tarımsal Kalkınma Kooperatifi...
İklim değişiyor, o halde gıda ve tarım da değişmeli. Tarımı iklim değişikliğine uyumlu hale getirelim. Küçük ölçekli çiftçilerin dayanıklılığını artıralım. Gıdayı sürdürülebilir şekilde yetiştirelim...”
Bu temenniler Dünya Gıda Günü’ne dair kamu spotundan. Temenni olarak kalması dünyanın açlıkla sınanması anlamına geliyor. Gerçekten de sürdürülebilirliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz alan, tarımsal üretim. Kaynakları sömürmeden devamlılığı sağlayacak yöntemlerle hasat yapabilmek günümüzün en önemli sorunu. Bunun yolu da küçük ölçekli üretimin korunması ve yaygınlaşmasından geçiyor çünkü görüldü ki endüstriyel yöntemler, hep daha fazla kazanç hırsıyla kendi kökünü kesen balta sapına dönüştü.
Geldiğimiz noktada, dünya kimyasala bulandı, su kaynakları azaldı, karbon salınımı gezegenin ateşini iyice yükseltmeye başladı. Tarım, kirliliğin bu noktaya ulaşmasının baş sorumlularından biri. Süreci terse çevirmek için aile çiftçiliğine yönelik artan bir ilgi var. Bu ilgi sadece ulusal değil,
Meke Gölü kurudu. Türkiye’nin nazar boncuğuydu. Seyfe mücadeleyi kaybetti. Tabii flamingolar da. Aksaray’daki Eşmekaya Gölü çöle döndü. Oysa barajı bile yapılmıştı. Bafa’daki su seviyesi 12 metreden 4 metreye geriledi. Van Gölü’nün derinliği 5 metre azaldı. Kuş cenneti olarak bilinen Manyas, çevredeki sanayi atıkları nedeniyle zehirli göle döndü.
Burdur’a en fazla 20-25 yıl vade biçiyor bilim insanları. Göl adeta kan kaybeden yaralı gibi; her yıl 3 milyar damacanadan fazla su kaybediyor. Beyşehir ise mevcut sulama rejimi ve su politikası sürerse 2050’li yıllarda Beyşehir Gölü olarak değil Beyşehir Bataklığı olarak anılacak.
Şelalelerden damla düşmüyor
Düden ve Kurşunlu şelalelerinin durumu da ortada. Şelaleleri besleyen su kaynakları, kaçak sondajlar ve HES’ler nedeniyle kurudu. Gürül gürül çağlayan şelalelerden daha düne kadar damla düşmüyordu. Çare, doğa harikasını yapay şelaleye dönüştürmekte bulundu. Düden’de suyun döküldüğü göletten yukarıya boru çekildi ve aşağıdaki su yukarıya pompalanarak doğal şelale adeta süs havuzuna dönüştürüldü. Sonuç, bulunan çözüm ve su kaynaklarına yaklaşım açısından ürkütücü.
Bir yanda küresel ısınmanın baskısı, diğer yanda su politikasında ve
Soyanın girmediği gıda maddesi kalmamışken bu hafta genetiği değiştirilmiş üç soya çeşidine daha Türkiye’ye giriş vizesi çıktı. Biyogüvenlik Kurulu ayrıca genetik müdahaleye uğrayan bir mısır çeşidi için de ithalat izni verdi. Böylelikle, GDO’lu ürün sayımız 32 iken 36 oldu.
Daha önce de yazdık... Bu sayı 30’larda kalmayacak. En az 56 çeşide ulaşacak. Daha sırada genetiği değiştirilmiş pamuk ve kolza var. Nereden mi biliyoruz; Biyogüvenlik Kurulu’nun önündeki başvuru listesinden...
Başvuruyu 2015 yılında beyaz et sanayicileri yaptı. O başvuru sonrası GDO’lu dokuz mısır ile dört soya çeşidi GDO’lu yem listesine eklendi. Kurul yeni çeşitlere izin verdi ama daha önceki başvurularda yaptığının aksine “bilimsel risk raporlarını” kamuoyuna açıklamadı. Hatta, kurulun vize verdiği üç mısır çeşidi için 2012 yılındaki bilimsel risk raporunda “sağlığa zararlı” ifadesi vardı. Ancak üç yıl içinde kurulun fikri değişti ve o mısırlar da sınırlarımızdan giriş yaptı.
Greenpeace haklı çıktı
Bugün karşılaştığımız tablo da bu. Yeni üç soya çeşidi ile bir mısır çeşidinin bilimsel riskini bilmiyoruz. Çünkü artık kurul, başvuruları hızlandırılmış süreçle ele alıyor ve sadece sonucu kamuoyuna duyuruyor.
Aylardır Söke’nin Kisir köyü üzerinden soğuk bir savaş sürüyor. Savaşın taraflarından biri Nazilli’de kurduğu İpek Hanım Çiftliği’yle şehirde yaşayan binlerce kişiye “sağlıklı ürün” satan Pınar Kaftancıoğlu. Diğeri ise yine, “sağlıklı gıda ve sürdürülebilir bir yaşam” için kurulan sivil toplum kuruluşu Buğday Derneği.
Kaftancıoğlu, 1980’de katledilen gazeteci - yazar Ümit Kaftancıoğlu’nun kızı. Şehir yaşamı kaosundan kaçıp Nazilli’nin Ocaklı köyünde hayata geçirdiği çiftliği, terk ettiği şehirde oldukça popülerleşti. Yetiştirdiği fazla ürünleri İstanbul’daki arkadaşlarına kargolayarak başladığı köyden şehre ürün ticareti, büyük bir başarı sağladı. Organik camiasında binlerce müşterisinin olduğu konuşuluyor. Zaten kendisi de mail grubunda 60 bin kişi olduklarını belirtiyor.
Kaftancıoğlu organik sözcüğüne “gıcık”. Bunu sitesinde de dile getiriyor zaten: “Organik ürün yeni ve tuhaf bir sektörün etiketi oldu.” Sertifikalı üretim yapan çiftçilerin bir bölümü ise Kaftancıoğlu’nun ürün teminine yönelik şüphelerden bahsediyor. Aslında soğuk savaş epeydir bu şekilde sürüp gidiyordu.
Zararlı madde uyarısı
Ta ki Kaftancıoğlu’nun Kisir köyüne yönelik paylaşımına kadar... Kendi e-posta zincirine
Çok değil henüz iki hafta önce afeti andıran çöl sıcağını yazmıştık. Daha mürekkebi kurumadan hafta başında İstanbul’u sel götürdü. Söylemiştik; iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerden biriyiz. Allah’tan insanımız her türlü koşula hazırlıklı. Otobüsle başladığı mesai yolculuğuna kulaç atarak devam edebiliyor.
Tabii, modern bir şehirde sadece film setlerinde karşılaşılacak bu görüntülerin oluşmasında suç ne iklimin ne de “süper hücre”li sağanağın. Fail belli; çarpık ve altyapısız şehirleşme, toprağı betonarmeye dönüştürme. Peki bunun farkında mıyız? Elbette. Bakın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ne diyor: “Son 80 yılın en büyük yağışının birkaç saatte İstanbul’a düşmesi karşısında yapacak bir şey kalmıyor. Bu gibi hallerde insanoğlu çaresiz kalıyor. Çevreye ve doğaya saygılı olmak zorundayız.”
Yok, hayır bu açıklama son sel baskınında yapılmış değil. 2009 yılındaki sel baskınına ait. Fakat, alın bugüne monte edin. Ya da iki-üç yıl sonra yaşayacağımız bir başka “sel felaketine”. Çünkü bazı şeyler hiç değişmiyor bu coğrafyada. Etkili bir sağanakla hayatın felç olması artık geleneklerimiz arasında. Bu seferki tek sevincimiz, kaybımızın olmaması. Zira
Geçtiğimiz hafta değinmiştik... Küresel iklim değişikliği, sera gazı emisyonlarının artışında çok az payı olmasına rağmen en çok Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyayı etkileyecek. Uzmanlar, yakın gelecekte Türkiye’nin iklim açısından “Irak” olacağı öngörüsünde bulunuyor.
Türkiye için risk, karbonun baş sorumluları Çin, ABD, Rusya ve AB üyesi ülkelerden çok daha yakın. Peki Türkiye küresel mücadelenin neresinde? Hemen baştan söyleyelim 2015’teki Paris Anlaşması’nı Türkiye de imzaladı. Ama Türkiye anlaşmayı Meclis’ten geçirmeyerek yürürlüğe koymadı. Bunun nedenlerini ve gelinen noktayı Türkiye’nin İklim Değişikliği Başmüzakerecisi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar’a sordum.
Sözler tutulmadı
Başmüzakereci’nin gözünden mevcut durum şöyle: “İklim konusu içerik olarak ekonomik boyutu olan bir konu. Zaten uluslararası müzakerelerde yaşanan güçlüklerin temelinde de bu var. Gelişmiş ülkeler iklim değişikliğini istihdam ve üretim açısından bir fırsat olarak görüyor. Altı çizilen husus da ‘dönüşüm’. Yani enerjinin dönüşümüyle ekonominin modernizasyonu ve sürdürülebilir bir kalkınma. Yenilenebilir ve sürdürülebilir enerji yatırımları için de