Yıllar önce, ABD’de bir kurumda birlikte çalıştığımız Burmalı bir Müslüman dost vardı. O tarihlerde muhalefetin kadın lideri Aung San Suu Kyi’nin tutulduğu ev hapsinden salıverilmesi için uluslararası topluluk işbaşındaki cuntaya ağır baskı yapıyordu. Dolayısıyla, çalıştığımız yayın kurumu da hemen her gün bu bilge bakışlı, gözleri sürekli ağlamış gibi duran demokrasi kahramanı kadının salıverilmesi için yayın yapıyordu.
İki çocuğu ve eşiyle ABD’ye sığındıktan sonra, Burma’da takılan ismi bırakıp, aile içinde kullanabildiği İsa adıyla anılan bu dost, Suu Kyi haberlerini hep başını sallayarak, gözlerini yuvarlayarak okur; işini doğru dürüst yapar ama yaptığı işten memnuniyetsizliğini her haliyle belli ederdi. Nedenini sorduğumuzda da cevabı üç kelimeydi: O bir Budist’tir.
Zaman, Angelina Jolie’lerin, Brad Pitt’lerin, Richard Gere’lerin akın akın Budist olduğu zamandı; dünyanın her köşesi Dalay Lama’nın halkla ilişkiler kampanyalarına tanık oluyordu. Budizm, barışın, sevginin, kendi kendisiyle ve tüm insanlarla barışık olmanın simgesiydi. Dalları, kolları, öğretileri hakkında çok şey bilmese de Hıristiyan’ı, Musevi’si, Müslüman’ı ile entelektüellerin şiş göbekli, güleç yüzlü Buda
Sebastian Gorka’yı dünya kamuoyu da tanıyor artık. Washington’un Virginia eyaletinde kalan zengin mahallesinde, Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’ye 2 dakikalık mesafede, geniş salonları ve kütüphanesi bulunan Westminster Institute adlı “eğitim” kurumunu kurmuş, kerameti de, kredisi de kendinden menkul askeri uzman olarak seminerler veren, adaylığından beri Trump’a “baş stratejist” olarak danışmanlık yapan eski borsacı, yeni İslam uzmanı Steve Bannon’un Web dergisi Breitbart’ta yazı yazıyordu. Ne askerlik eğitimi almış, ne askerlik yapmış ve ne de “uzman araştırmacı” sayılmak için muteber bir kurumdan bilimsel yeterlik belgesi (master veya doktorası) bulunan bu kişi, bir ara Macar hükümetine iç siyaset uzmanı olarak danışmanlık yaparken, Macarların bile adını duymadığı bir yerden “doktora derecesi” alıp, geçen Ocak ayında Başkan Trump’ın ulusal güvenlik danışmanları kadrosuna katılmıştı. Hem de ne katılma: Başkan Asistanı sıfatıyla..
Trump’ın göreve başlama balosuna Vitezi Rend adlı Macar Nazi grubunun rozetini takarak katılan Gorka, bu rozetin babasına ait olduğunu öne sürmüşse de daha sonra kendisinin de bu grubun üyesi olduğu, kongrelerine katıldığı ve
Cumhurbaş-kanı Erdoğan’ın hafta başında ziyaret ettiği Ürdün’ün görünürdeki en büyük sorunu, İsrail’in Suriye’de kurulacak çatışmasızlık bölgeleri planının tümüne İran birliklerinin de yerleşeceği iddiasıyla tümden karşı çıkması ve Ürdün’e de baskı yapmasıydı. Erdoğan Ürdün’de iken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Amerika’da Başkan Trump’ı bu planı desteklemekten vazgeçmesi için iknaya çalışıyordu. Gerçi Trump’ın iç politikadaki sorunları sebebiyle, Suriye’yi, Ürdün’ü görecek hali yoktu. Nitekim Trump bu sebeple olmasa bile çatışmasızlık bölgeleri planı konusunda Rusya ve Türkiye ile vardığı mutabakatı bozmaktan kaçındığı için, Netanyahu’yu eli boş gönderdi. Netanyahu bu hayal kırıklığının verdiği öfkeyle ve ayağının tozuyla dün Rusya’ya koşarak Soçi’de Putin ile aynı talebi iletti: “Suriye’de, Lübnan, İsrail ve Ürdün sınırına yakın bölgede Hizbullah’ı mevzilendiremezsiniz.”
İsrail, adında “İran” kelimesi bulunan her şeyi Hizbullah diye algılıyor. Elbette, Haşdi Şabi nasıl Türkiye’yi rahatsız ediyorsa, İran Hizbullah’ı da İsrail’i, Lübnan’ı ve Ürdün’ü aynı şekilde rahatsız eder, etmelidir. Ama bu rahatsızlığı gidermenin yolu, “Eğer Hizbullah gelecekse, kimse gelmesin;
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ürdün dönüşü uçakta soruları yanıtlarken, PYD’nin kontrolündeki Afrin bölgesine ilişkin soruya, “Bizim için önemli olan şey, oralarda teröre müsaade etmemektir. Oralarda terörün baskın çıkma ihtimali olursa gözümüzü karartırız” karşılığını verdi
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ürdün ziyareti dönüşü uçakta, aralarında yazarımız Hakkı Öcal’ın da olduğu bir grup gazeteciye açıklamalarda bulundu.
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ürdün görüşmelerinin dönüşünde, uçakta basın-yayın mensuplarının sorularını yanıtladı. Erdoğan, bir soru üzerine “Afrin’de teröristlerin egemen olacağı anlaşılırsa, gözümüzü karartırız” diye konuştu.
‘Ürdün’ün yükü ağır’
Bir düşünün; İsrail ile 240 kilometre sınırınız var; size emanet edilmiş Filistin toprakları İsrail işgali altında ve bunun uzunluğu da 100 kilometreyi buluyor. Altı yıldır Suriye’den ve Irak’tan “gelen” insanların sayısı 6.5 milyon. Bunların 600 bini mülteci olarak kayıtlı. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarından gelmiş kişilerin sayısı 2 milyonu aşıyor. 2005’te 5 milyon olan nüfus, 2016’da 8 milyona çıkmış. Şöyle bakın: Türkiye’de kilometrekare başına 100 kişi düşerken, Ürdün’de bu sayı 90. Ürdün’ün yüzölçümü 90 bin kilometrekare. (Türkiye 783 bin kilometrekare.)
Türkiye’nin kişi başına ulusal geliri
20 bin doların üzerinde; Ürdün’de bu rakam, son sekiz yılda 3 bin 800 dolar’dan 3 bin 200 dolar’a düştü.
Ürdün, Kral Hüseyin’in 1994’te imzaladığı anlaşmayla İsrail ile barış yapmış tek Arap ülkesi. Buna karşılık Kral Abdullah, İsrail’in Filistinlilere karşı şiddetini, insanlık dışı uygulamalarını ve adım adım Kudüs’ü tümüyle işgal planlarını açıkça eleştiren tek Arap lideri. Bir ay kadar önce, 17 yaşında bir Arap’ın Amman’daki İsrail elçiliğinde eşya taşırken, İsrailli güvenlik görevlisi tarafından öldürülmesi olayında, Kral Abdullah sözünü esirgememiş ve ülkesine kaçırılan
Amerikan Silahlı Kuvvet-leri’nin uzun vadeli stratejik ihtiyaçlarının gözden geçirilerek, gelecek 10 yıl için ne gibi yeni silahlara ihtiyacı olacağını belirleme uygulaması, Başkan Kennedy’nin suikasta kurban gitmesiyle göreve gelen Lyndon Johnson’ın Savunma Bakanı Robert McNamara ile başlamıştı. McNamara’nın bugün sizin bile hayatınızda etkisi olmuş olabilir; çalıştığınız kamu veya özel kurumun bütçesi geçen yılki program harcamalarınıza yıllık enflasyon oranında ekleme yapılarak belirleniyorsa, bunun mucidi McNamara’dır.
O tarihte yapılan toplantıda, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin aynı anda iki büyük, bir de küçük savaş yapabileceği ve bunun için şu kadar uçak gemisine, bu kadar tanka topa ihtiyacının olduğu belirlenmiş; kurmayların daha fazla gemi, tank, top-tüfek talebinde bulunması engellenmişti. Bu “iki buçuk savaş” kuramı o zamandan beri Amerikan ordu, donanma ve hava kuvvetlerinin adeta anayasası oldu. Reagan, Bush ve Clinton zamanlarında yapılan gözden geçirmelerde, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, askerî bütçelerde kesinti yapılarak “barış temettüsü” denen tasarrufun sağlanmasında bu doktrin geçerli oldu. Savaşların niteliklerinin değiştiği, artık var olmayan
Harvard Üniver-sitesi Anayasal Hukuk Profesörü Laurence H. Tribe, diyor ki:
“Trump, dikkatleri, işlediği suçların Özel savcı Mueller tarafından ortaya çıkartılmasından başka alana çekmek için, Kuzey Kore ile sahte bir nükleer çatışma ortamı (a faux nuclear standoff) yaratmış olabilir.”
Bir anayasa hukukçusunun, kendi ülkesinin siyasal gelişmelerine ilişkin
bu gözleminden daha etkin bir tespit yapmak kolay olmasa gerek. Hele bu kişi, bir çok Amerikalı gibi temelden Trump düşmanı veya varlığını Trump’a adamış bir fanatik değilse...
Kuzey Kore’nin, sütten çıkmış ak kaşık olmadığını, önce kendisine yardımdan başka hiçbir kötü niyet beslemeyen güneydeki kardeşlerine, sonra Japonya’ya, Çin Denizi’ni çevreleyen bütün ülkelere (hatta kendi hamisi ve elindeki nükleer silahların know-how’ını ve hammaddesini aldığına milyonlarca kişinin yemin edeceği Çin’e bile) meydan okumak suretiyle çağdışı Stalinist komünizmini sürdüreceğini sanan deli babanın deli oğlunun elinde çok ama çok tehlikeli hale geldiğini kabul edelim. Bu tehlikenin boyutlarını anlamak için, söz gelimi, Türkiye ile aynı frekansta olmadığını bildiğimiz uzak-yakın komşularımızdan birinin ülkemizi tümüyle menziline alan balistik
James Damore, bir hafta önce, sadece çevresindeki eski okul arkadaşları ile yakın iş arkadaşı ve ailesinden başka kimsenin tanımadığı bir yazılım mühendisiydi. “Kadınların aklının teknik konulara yetmediğini” konu alan bir ofis içi yazışması ortaya çıkıncaya kadar!
Ofis içi yazışma deyince, bir iki paragraflık bir not sanmayın, tam on sayfalık bir manifesto ve tam 57 bin 100 kişiye gönderiliyor! Böyle bir saçmalığın içeriğini aktararak yayılmasına vesile olmak gerekmez. Arzu eden Gizmodo’da tam metnini bulabilir. Yazıda dile getirilen ana görüş, kadınların yaratılıştan “zayıf ve naif” oldukları, yazılım konusu bile olsa, “sert ve katı” gerçeklerle uğraşılan teknik konularda yeterli doğal donanıma sahip olmadıklarıydı.
Şu var ki, bu, Google’da çalışan ve şimdi kovulmuş olan genç bir erkeğe ait fikirler değil. Uber Technologies firmasının CEO’su Travis Kalanick, iki ay önce beraber çalıştığı kadınları taciz ettiği iddiaları üzerine işini kaybetmişti. ABD’de ve AB’de kadınlara hak ettikleri terfileri vermediği için mahkemeye verilen firmaların saymaya gazete sayfaları yetmez. Mahkemelerden çıkan tazminat ve hakların iadesi kararları, benzer tutum ve davranışların tekrarına engel